Aslında sevmezdi balığın o ince kılçıklı gerdanını. Ama o gün uğraşası gelmişti işte. Bıçağı ile kılçığın iğne başı gibi olan ucuna alttan destek verdi ve çatalının ucu ile kıstırarak etin arasından çekip aldı. Birazda bıçağın sırtıyla eti itince balığın derisi ayrılmış oldu. Çatal ve bıçağı tabağına çattı. Rakısı elindeydi artık. Gülümseyerek dinliyordu masada konuşulanları. Karşısında ki yeni tanıdığı sevimsiz sarışınla göz göze geldi ve sahte bir tebessümle rakısını yudumladı.
“Haklı kardeşim adamlar” diyordu masanın başında oturan kel kafalı. “Haklılar tabi, sen yatırımları İstanbul’a, Antalya’ya, Mersin’e, İzmir’e yap Güney Doğuya hiçbir şey yapma. Ezersen adamları sonu bu olur tabi. Terör diyorlar adına birde, ne terörü kardeşim, hak arıyor adamlar hakkk.”
Sözlerini tamamlarken eline aldığı portoyu bir dikişte içti kel kafalı. Yanında sırnaşan kumral sürekli haklısınız diyor ve bir taraftan da göz süzüyordu. Aslında adam Balkan harbinde göçen ailelerden birine mensuptu. İznik’te doğmuş büyümüş hayatında Ankara’dan öteye gitmemişti. Önemli olan zaten bu tür meclislerde bilmek değil konuşmaktı. Doğru ya da yanlış, iki kadehten sonra kimse için fark etmezdi. Artık bu tür sohbetler canını sıktığı için masadan kalktı ve lavaboya yöneldi. Biraz aralamalıyım ortamı diye düşündü.
Aslında uzun yıllardır gelmediği bir restoran olmasına rağmen geçmişten gelen alışkanlığı vardı ortama. Lavabo alt kattaydı, dar ve dönen merdivenden inerken çıkan bir başkasıyla karşılaşılırsa yer vermek için mutlaka birinin çıkması ya da gerisin geriye inmesi gerekiyordu. Merdivenlere ilerlerken üzerine gelen bakışı hissetti, hafifçe soluna döndüğünde yıllar önce restorana hediye ettiği kurutulmuş pavuryanın hemen altında ki masada bir çift yeşil göz ile karşılaştı. Bakışlar da gözler de çok tanıdıktı ama üç duble rakıdan sonra….
Lavabo ve tuvalet yine aynıydı, karolar bile aynı, onca yıldan sonra mekan adeta bıraktığı gibi durmaktaydı. Zaman mekana hiç uğramamıştı sanki. Beyoğlu’nun ortasında balıkçılar çarşısındaydı restoran. Gençliği bira viski yarışmaları ile geçmişti burada. Her köşesi ayrı bir hatıra doluydu. Elini yüzünü yıkayıp merdivene yöneldi ki yukardan gelen ayak sesi ile durdu, topuklu ayakkabı sesiydi ve gelen bayan olduğu için nasıl olsa yer verecekti, o yüzden geri çekilmeyi yeğledi. Topuk sesi merdivenin dönemecinde görüntüye dönüşürken yine kafası karıştı. Aşağıya doğru salına salına inen bu hatunu kesinlikle tanıyordu. Elinde siyah çantası, siyah uzun elbisesi ile merdivenleri tamamlayıp iri yeşil gözlerini dikti gecenin sorusu. Allah’ım kim bu?
Hafifçe geri çekilerek yer vermişti ki yeşil gözlerin delici bakışını bir kez daha hissetti. Üstelik gözler bakarken dudaklar da hareket ediyordu, hatta afet resmen konuşuyordu. “Uff, amma içmişim” diye düşündü.
“Sakın Ataköy’e gitme bu gece” dedi yeşil gözlü afet. “Nasıl, anlamadım” diyebildi sadece. Eliyle dudaklarını kapattı kadın ve sağ kulağına yaklaşarak fısıldadı; “bu gece sakın Ataköy’e gitme”. Bu sözleri söylerken adımlamaya devam eden kadın usulca bayanlar tuvaletine girdi. Şaşırmıştı, ardından bakarken kadının seslice söylendi kendi kendine; “ne Ataköy’ü, ben Bostancı’da oturuyorum” diyebildi. Kafasını salladı anlamsızca ve merdivenlerden tekrar restoranın geniş salonuna döndü.
Balığı gelmişti o aşağıdayken. Karşısında ki sarışın da onun gibi lüfer istemişti siparişi verirken. “Ben ilk kez lüfer deneyeceğim, aslında balık sevmem ama siz öyle güzel rakı ve kalamar yediniz ki karşımda, bu gece rakı balık denemeye karar verdim”.
Bir kadeh daha içersem belki bu yelloz çekilir hale gelir diye düşündü. Sıkıcı bir iş yemeğinde bulunmak onun için her zaman geçmek bilmez saatler demekti. Bu saatleri sadece rakı ve kalamar ile çekilir hale getirirdi her zaman. Bu gece ekstradan bir de şu kel vardı masada. Hiç susmamıştı, sevmezdi her şeyi bildiğini zanneden bu tipleri. Her konuda bir fikirleri olur ve kabul edilebilir tek gerçeğin kendi fikirleri olduğunu sanırlardı. Geldiklerinden beri PKK’yı savunuyor, Cumhuriyet Türkiye’sini yerden yere vuruyordu. Masada Kürt olmamasına rağmen fikirlerine kimse karşı gelmiyor sanki gerçekten onaylıyorlarmış gibi başlarını emme basma tulumba gibi bir aşağı bir yukarı sallıyorlardı. Hani paranın sahibi olup da masanın hesabını ödeyecek ya, tüm masanın da masadakilerin de hakimiydi o gece.
O sırada yeşil gözleri fark etti bir kez daha. Yanındakilerle birlikte restorandan ayrılıyordu. Kendisini süzerek geçti masanın yanından, bir de göz kırptı ki iyice kafası karışmıştı artık. “Ataköy, Allah Allah ne alakası var yahu” diye söylendi. “Ben de orada oturuyorum” dedi karşısında ki sarışın. Kuşkuyla döndü sarışına, gözlerinin içine bakarak “adınız neydi, kusura bakmayın hafızam çok iyi değil de, bir de bu gün çok yorucu geçti üstüne rakı filan…” gülümseyerek “Filiz” dedi. “Ah evet, ne olur kusura bakmayın. Ataköy mü dediniz?”
“Evet Ataköy. Ben de orada oturuyorum. Bu sıkıcı toplantıdan sonra dilerseniz kahveyi ben yapmak isterim size, sohbet ederiz.”
Birden yeşil gözleri hatırladı; “sakın Ataköy’e gitme bu gece”.
İyice kafası karışmıştı, nasıl olur, nedir bu, o kimdi, bu kim, nereden geliyor bu Ataköy, ne oluyor? Kafası sorularla dolmuştu. Rakı kadehini aldı eline ve Filiz’e doğrulttu, tabi Filiz’de eşlik etti göz kırparak.
“Lüfer çok güzelmiş, rakı ile uyumu da harika doğrusu, iyi ki size uymuşum bu akşam. Ne dersiniz kalkalım mı?”. Kalkalım mı? Sanki beraber gelmişler gibi. Sanki beraberlermiş gibi. Sanki zaten olması gereken buymuş gibi.
Az sonra taksi bakınırlarken buldu kendini. Başı fazlasıyla dönüyordu. Filiz koluna girmiş ve sağ yanına ağırlığını veriyordu. Gülmekteydi. Önlerinde duran taksiye bindiklerinde Filiz şoföre “Ataköy” dedi. Üç gün önce taşınmıştı mahalleye. Üniversite de öğretim görevlisiydi Gamze. Karşı apartmanda oturan Cevat hemen ilgisini çekmişti. Sabahları spor yapması, şık giyimi, düzgün fiziği ile dikkatinin üzerine yoğunlaşmasını sağlamıştı. Bekar olduğunu meraklı yeni komşusu Şadıman hanımdan öğrenince ilgisi daha bir artmıştı. O sabah yakın arkadaşı Filiz yeni evine ziyarete gelmişti. Cevat işe giderken Filiz’e gösterdi ve “çok güzel bir baba olmaz mı sence” diye sordu. “Onu tanımak istiyorum, bence evlenilecek bir tip” demişti. “Bak kızım, sen bu işlerden anlamıyorsun, bu herif hiç güvenilecek bir tipe benzemiyor” diyen Filiz’e itiraz edince de olan olmuş ve iki kız iddiaya girmişlerdi. Filiz aynı gece Cevat’ı yatağa atacaktı. Bu aslında henüz tanışmadığı Gamze’ye bir ihanet değildi ama Gamze gözünde Cevat’ı o denli büyütmüştü ki iki günde, Cevat kesinlikle tek gecelik bir birliktelik yaşamazdı. İşte Filiz bunu ispat peşindeydi.
Aslında Filiz için çok basit bir yol vardı ve bunu Gamze bilmiyordu. Cevat ve Filiz’in çalıştıkları şirketler bir iş ortaklığı anlaşması eşiğindeydiler ve o gece bu ortaklık vesilesiyle bir iş yemeği vardı. İki şirketin bütün yöneticilerinin katılacağı bu iş yemeğinde Filiz’in bütün yapması gereken Cevat’a yakın bir yer bulabilmekti. Filiz Gamze’ye açıkça planını anlatınca Gamze’de bir iki arkadaşı ile aynı restorana gelmişti. Cevat farkında olmadan girdiği sınavda Gamze tarafından kopya aldığı halde Ataköy’deydi. Gözlerini açtığında güneş ışığının rahatsızlığı ve akşamdan kalan kazan taklitçisi başının ağrısı ile “ufff” diyebildi. “Neredeyim” diye düşündü. Tavandan sarkan şamdanlı barok avize kendisinin değildi. Etrafına bakındı ve hiç tanımadığı bir yerde olduğunu anladı. Doğruldu ama başının zonklamasından geri yattı. Yastığa başı düşerken sanki beyni boş bir Hindistan cevizinin içinde ki su gibi sallandı. Geceyi hatırlamaya çalıştı ama aklında kalan son şey sarışının “Ataköy” sözüydü. Sahi neydi adı onun.
Bir kez daha kalkmak istedi ve artık ayaktaydı, odada havasızlık hakimdi ve kıyafetleri halen üzerindeydi. Ayakkabıları bile. Tanımadığı evde banyoyu keşfetmeye çalışırken sokak kapısını buldu ve kapıya tutturulmuş notu da;
“Bir gece için koca bir hayatı mahvedenler kulübüne hoş geldin”
“Haklı kardeşim adamlar” diyordu masanın başında oturan kel kafalı. “Haklılar tabi, sen yatırımları İstanbul’a, Antalya’ya, Mersin’e, İzmir’e yap Güney Doğuya hiçbir şey yapma. Ezersen adamları sonu bu olur tabi. Terör diyorlar adına birde, ne terörü kardeşim, hak arıyor adamlar hakkk.”
Sözlerini tamamlarken eline aldığı portoyu bir dikişte içti kel kafalı. Yanında sırnaşan kumral sürekli haklısınız diyor ve bir taraftan da göz süzüyordu. Aslında adam Balkan harbinde göçen ailelerden birine mensuptu. İznik’te doğmuş büyümüş hayatında Ankara’dan öteye gitmemişti. Önemli olan zaten bu tür meclislerde bilmek değil konuşmaktı. Doğru ya da yanlış, iki kadehten sonra kimse için fark etmezdi. Artık bu tür sohbetler canını sıktığı için masadan kalktı ve lavaboya yöneldi. Biraz aralamalıyım ortamı diye düşündü.
Aslında uzun yıllardır gelmediği bir restoran olmasına rağmen geçmişten gelen alışkanlığı vardı ortama. Lavabo alt kattaydı, dar ve dönen merdivenden inerken çıkan bir başkasıyla karşılaşılırsa yer vermek için mutlaka birinin çıkması ya da gerisin geriye inmesi gerekiyordu. Merdivenlere ilerlerken üzerine gelen bakışı hissetti, hafifçe soluna döndüğünde yıllar önce restorana hediye ettiği kurutulmuş pavuryanın hemen altında ki masada bir çift yeşil göz ile karşılaştı. Bakışlar da gözler de çok tanıdıktı ama üç duble rakıdan sonra….
Lavabo ve tuvalet yine aynıydı, karolar bile aynı, onca yıldan sonra mekan adeta bıraktığı gibi durmaktaydı. Zaman mekana hiç uğramamıştı sanki. Beyoğlu’nun ortasında balıkçılar çarşısındaydı restoran. Gençliği bira viski yarışmaları ile geçmişti burada. Her köşesi ayrı bir hatıra doluydu. Elini yüzünü yıkayıp merdivene yöneldi ki yukardan gelen ayak sesi ile durdu, topuklu ayakkabı sesiydi ve gelen bayan olduğu için nasıl olsa yer verecekti, o yüzden geri çekilmeyi yeğledi. Topuk sesi merdivenin dönemecinde görüntüye dönüşürken yine kafası karıştı. Aşağıya doğru salına salına inen bu hatunu kesinlikle tanıyordu. Elinde siyah çantası, siyah uzun elbisesi ile merdivenleri tamamlayıp iri yeşil gözlerini dikti gecenin sorusu. Allah’ım kim bu?
Hafifçe geri çekilerek yer vermişti ki yeşil gözlerin delici bakışını bir kez daha hissetti. Üstelik gözler bakarken dudaklar da hareket ediyordu, hatta afet resmen konuşuyordu. “Uff, amma içmişim” diye düşündü.
“Sakın Ataköy’e gitme bu gece” dedi yeşil gözlü afet. “Nasıl, anlamadım” diyebildi sadece. Eliyle dudaklarını kapattı kadın ve sağ kulağına yaklaşarak fısıldadı; “bu gece sakın Ataköy’e gitme”. Bu sözleri söylerken adımlamaya devam eden kadın usulca bayanlar tuvaletine girdi. Şaşırmıştı, ardından bakarken kadının seslice söylendi kendi kendine; “ne Ataköy’ü, ben Bostancı’da oturuyorum” diyebildi. Kafasını salladı anlamsızca ve merdivenlerden tekrar restoranın geniş salonuna döndü.
Balığı gelmişti o aşağıdayken. Karşısında ki sarışın da onun gibi lüfer istemişti siparişi verirken. “Ben ilk kez lüfer deneyeceğim, aslında balık sevmem ama siz öyle güzel rakı ve kalamar yediniz ki karşımda, bu gece rakı balık denemeye karar verdim”.
Bir kadeh daha içersem belki bu yelloz çekilir hale gelir diye düşündü. Sıkıcı bir iş yemeğinde bulunmak onun için her zaman geçmek bilmez saatler demekti. Bu saatleri sadece rakı ve kalamar ile çekilir hale getirirdi her zaman. Bu gece ekstradan bir de şu kel vardı masada. Hiç susmamıştı, sevmezdi her şeyi bildiğini zanneden bu tipleri. Her konuda bir fikirleri olur ve kabul edilebilir tek gerçeğin kendi fikirleri olduğunu sanırlardı. Geldiklerinden beri PKK’yı savunuyor, Cumhuriyet Türkiye’sini yerden yere vuruyordu. Masada Kürt olmamasına rağmen fikirlerine kimse karşı gelmiyor sanki gerçekten onaylıyorlarmış gibi başlarını emme basma tulumba gibi bir aşağı bir yukarı sallıyorlardı. Hani paranın sahibi olup da masanın hesabını ödeyecek ya, tüm masanın da masadakilerin de hakimiydi o gece.
O sırada yeşil gözleri fark etti bir kez daha. Yanındakilerle birlikte restorandan ayrılıyordu. Kendisini süzerek geçti masanın yanından, bir de göz kırptı ki iyice kafası karışmıştı artık. “Ataköy, Allah Allah ne alakası var yahu” diye söylendi. “Ben de orada oturuyorum” dedi karşısında ki sarışın. Kuşkuyla döndü sarışına, gözlerinin içine bakarak “adınız neydi, kusura bakmayın hafızam çok iyi değil de, bir de bu gün çok yorucu geçti üstüne rakı filan…” gülümseyerek “Filiz” dedi. “Ah evet, ne olur kusura bakmayın. Ataköy mü dediniz?”
“Evet Ataköy. Ben de orada oturuyorum. Bu sıkıcı toplantıdan sonra dilerseniz kahveyi ben yapmak isterim size, sohbet ederiz.”
Birden yeşil gözleri hatırladı; “sakın Ataköy’e gitme bu gece”.
İyice kafası karışmıştı, nasıl olur, nedir bu, o kimdi, bu kim, nereden geliyor bu Ataköy, ne oluyor? Kafası sorularla dolmuştu. Rakı kadehini aldı eline ve Filiz’e doğrulttu, tabi Filiz’de eşlik etti göz kırparak.
“Lüfer çok güzelmiş, rakı ile uyumu da harika doğrusu, iyi ki size uymuşum bu akşam. Ne dersiniz kalkalım mı?”. Kalkalım mı? Sanki beraber gelmişler gibi. Sanki beraberlermiş gibi. Sanki zaten olması gereken buymuş gibi.
Az sonra taksi bakınırlarken buldu kendini. Başı fazlasıyla dönüyordu. Filiz koluna girmiş ve sağ yanına ağırlığını veriyordu. Gülmekteydi. Önlerinde duran taksiye bindiklerinde Filiz şoföre “Ataköy” dedi. Üç gün önce taşınmıştı mahalleye. Üniversite de öğretim görevlisiydi Gamze. Karşı apartmanda oturan Cevat hemen ilgisini çekmişti. Sabahları spor yapması, şık giyimi, düzgün fiziği ile dikkatinin üzerine yoğunlaşmasını sağlamıştı. Bekar olduğunu meraklı yeni komşusu Şadıman hanımdan öğrenince ilgisi daha bir artmıştı. O sabah yakın arkadaşı Filiz yeni evine ziyarete gelmişti. Cevat işe giderken Filiz’e gösterdi ve “çok güzel bir baba olmaz mı sence” diye sordu. “Onu tanımak istiyorum, bence evlenilecek bir tip” demişti. “Bak kızım, sen bu işlerden anlamıyorsun, bu herif hiç güvenilecek bir tipe benzemiyor” diyen Filiz’e itiraz edince de olan olmuş ve iki kız iddiaya girmişlerdi. Filiz aynı gece Cevat’ı yatağa atacaktı. Bu aslında henüz tanışmadığı Gamze’ye bir ihanet değildi ama Gamze gözünde Cevat’ı o denli büyütmüştü ki iki günde, Cevat kesinlikle tek gecelik bir birliktelik yaşamazdı. İşte Filiz bunu ispat peşindeydi.
Aslında Filiz için çok basit bir yol vardı ve bunu Gamze bilmiyordu. Cevat ve Filiz’in çalıştıkları şirketler bir iş ortaklığı anlaşması eşiğindeydiler ve o gece bu ortaklık vesilesiyle bir iş yemeği vardı. İki şirketin bütün yöneticilerinin katılacağı bu iş yemeğinde Filiz’in bütün yapması gereken Cevat’a yakın bir yer bulabilmekti. Filiz Gamze’ye açıkça planını anlatınca Gamze’de bir iki arkadaşı ile aynı restorana gelmişti. Cevat farkında olmadan girdiği sınavda Gamze tarafından kopya aldığı halde Ataköy’deydi. Gözlerini açtığında güneş ışığının rahatsızlığı ve akşamdan kalan kazan taklitçisi başının ağrısı ile “ufff” diyebildi. “Neredeyim” diye düşündü. Tavandan sarkan şamdanlı barok avize kendisinin değildi. Etrafına bakındı ve hiç tanımadığı bir yerde olduğunu anladı. Doğruldu ama başının zonklamasından geri yattı. Yastığa başı düşerken sanki beyni boş bir Hindistan cevizinin içinde ki su gibi sallandı. Geceyi hatırlamaya çalıştı ama aklında kalan son şey sarışının “Ataköy” sözüydü. Sahi neydi adı onun.
Bir kez daha kalkmak istedi ve artık ayaktaydı, odada havasızlık hakimdi ve kıyafetleri halen üzerindeydi. Ayakkabıları bile. Tanımadığı evde banyoyu keşfetmeye çalışırken sokak kapısını buldu ve kapıya tutturulmuş notu da;
“Bir gece için koca bir hayatı mahvedenler kulübüne hoş geldin”