Ne garip bir zamanda yaşıyoruz farkında mısınız? Diyabet almış başını yürümüş, çocuk tacizleri had safhada, organ mafyası neredeyse kurumsallaşmak üzere, savaştan kaçan göçmenler bayramlarda güle oynaya ülkelerine gidip gelmekteler, 80 milyona ulaşan nüfusumuz ile hala başarılı sporcular üretemiyoruz, GDO’lu gıdalar soframız baş tacı...
Evet, gerçekten garip bir zamana denk geldi bizlerin hayat döngüsü. Ancak bu durumda da yaşamalıyız. Yapacak çok fazlaca bir şeyimiz yok.
Ben en çok yaşadığımız toplumsal çöküntüye şaşırıyorum. Şöyle ki; ilk kez futbol maçına gidişimi hatırlıyorum. Fenerbahçe ile Mersin İdman Yurdu arasında oynanıyordu. O yıllarda maçlar öyle televizyondan falan yayınlanmazdı. Radyodan dinlenirdi. O da sadece üç büyüklerin maçları. Henüz Trabzonspor büyükten sayılmıyordu. Yeni yeni şampiyon olmaya başlamıştı. Ülkede oynanan tüm birinci lig maçlarının görüntüleri Ankara’ya, TRT stüdyolarına gelir, orada montajlanır ve gece 23:00 den sonra üçer dakikalık özetler halinde bir kez olmak üzere yayınlanırdı. Erman Toroğlu, Fatih Terim, Şenol Güneş, Mustafa Denizli, Cemil Turan falan futbolcuydu yani o zamanlar. Gittiğim maçta Mersin taraftarına ufak bir bölüm ayrılmıştı. Mersin taraftarı bizimle beraber bilet kuyruğunda bekledi, içeride bizimle beraber oturdu ve polis korumasına ihtiyaç duyulmamıştı. Arada boşluk falan da yoktu. Sınırı renkler belirliyordu. Yan yana oturuyordu iki taraftar gurubu. Daha sonra İnönü Stadında BJK-FB kupa maçına gittim hafta içi. Maç BJK standındaydı ama tribünler yarı yarıya. Ne kavga, ne huzursuzluk. Tatlı tezahürat atışmaları, hepsi bu. Sonrasında bir icat çıktı ortaya. Kombine bilet icadı. Statlar da taş sıralara otururduk o yıllarda. Ali Sami Yen Stadına elli bin kişi sığardık. Ama birden o Ali Sami Yen’e koltuklar yapıldı plastikten. Numaralar kondu o koltuklara ve dediler ki; gelin bir sezonluk biletinizi alın, o koltuklardan biri sizin olsun. Misafir takım için stat da küçücük bir köşe ayrılmıştı. Koltuksuz. Taş sıra. Kim olursa olsun onlara alan o kadar. Rant kapısı bu kez toplumsal medeniyetimizi hedef almıştı. Bununla beraber ayrımcılık oturdu Türk erkeğinin kafasına. Sürekli görüştüğü komşusu gözüne düşman gibi gelmeye başlamıştı. Aynı iş yerinde ki mesai arkadaşı rakip olmuştu. Hoş görü bitmiş, yerini endişe ve kaygının sebep olduğu korumacı kimlikler almıştı.
Oysa ki bizler Cüneyt Arkın’ı sinemada izlerken yaptığı kahramanlıkları topluca alkışlayanlardık. Çocuklarını sokağa emanet edebilenlerdik. Komşu gezmelerinden yüz akıyla çıkmayı başarabilenlerdik. Bizim için aile en kutsal olandı. Doğum günleri kutlanmazdı belki ama her gün yeniden doğmuş gibi yaşanırdı. Yoğurt mahalle aralarında satılırdı, evlerde yapılırdı. Gezen tavuk yumurtası aranmazdı. Çünkü tavuklar hep gezerdi bu ülkede. Çocuk tacizi akla gelebilecek bir durum asla değildi. Çocuklar güvenliydi bu güzelim ülkemde o yıllar.
Yeniden yapmalıyız bunları. İnşa etmeliyiz toplumsal barışı. Çocuklarımız oynadıkları parklarda kurşunlanmamalı. Komşular birbirlerine düşmanca davranmamalı. Giyiminden dolayı kimse taciz edilmemeli sokaklarımızda. Hepimizin yurdunu sevmesi, yurttaşını sevmesi, yaşadığı hayattan zevk alması sağlanmalı. Bu sayede sevgi aşılanmış yürekler dağlara çıkmaz, çocuklarımızı cinsel obje olarak görmez. Başarı sevgiden geçer.
YAZARLAR
Yayınlanma: 01 Eylül 2018 - 12:47
Başarı Sevgiden Geçer
Ne garip bir zamanda yaşıyoruz farkında mısınız? Diyabet almış başını yürümüş, çocuk tacizleri had safhada, organ mafyası neredeyse kurumsallaşmak üzere, savaştan kaçan göçmenler bayramlarda güle oyna
YAZARLAR
01 Eylül 2018 - 12:47
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir