Bir kez daha çıkarttı koynuna özenle yerleştirdiği gül suyu kokulu iki aylık mektubu. Bir kez daha kokladı ve ciğerlerine kadar işleyen kokuyu özümsemek için gözlerini mutlu bir eda ile kapatıp başını göğe çevirdi Asteğmen Muharrem. Saat 04:20 idi ve açık bir havada şafak sökmek için ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. O ve seksen askeri daha sonra Hain Tepe adını alacak olan bir tepede Ege’ye doğru siper almışlardı günlerdir. O seksen kişinin içinde on yedi tanede yaşı on beş ile on sekiz arasında değişen çocuk ve genç de bulunmaktaydı. Olası bir çıkartma da ilk tetiğe basacaklar arasındaydı bulundukları siperler.
“…vatan savunmasında nasıl kahramanlıklar gösterdiğinizi anlattı kaymakam bey validenize ve ben zevcenize. Yiğitçe yaptığınız muharebelerden övgüyle bahsetti. İstanbul’da ki neşriyatlar geç de olsa eline geçiyormuş. Orada okumuş sizin kahramanca mücadelelerinizi. Gelibolu’da Allah yardımcınız olsun, henüz görmediğiniz oğlumuz adını koymanız için sizi kahramanlıkla savaştığınız cepheden salimen bekler.
Hasretle sizi bekleyen zevceniz Keriman.”
Bir kez daha okuduğu mektubu koynuna yerleştirmeden yine koklayıp katladı. Kendisi cephedeyken doğan oğlunu hiç görmemişti Muharrem Asteğmen.
Bulundukları yeri bir türlü sevememişti ama görevleri fevkalade kutsaldı. Çıkartma anında ilk şehit olacaklar onlardı. Bunu biliyordu Asteğmen Muharrem. Mümkün olduğunca o tepeyi tutmalıydı seksen kişilik takımıyla. 27.Alayın 2.Taburunun 4.Bölüğüne bağlıydı Muharrem Asteğmenin takımı. Bulundukları tepeyi kaybetmeleri halinde Yükseksırt ile Kanlısırt arasında ki uzunca bir hat tehlikeye girer, hatta kaybedilebilirdi. Bunu biliyordu Asteğmen Muharrem.
Asteğmen Muharrem mektubunu okuduğu sırada biraz ilerisinde ki siperde bulunan iki er gecenin karanlığında laflamaktaydı;
“…Mehmet, bana bak sen hakkat on üç yaşında mısın?”
“Evet, ne var bunda, bak senden iriyim ve uzunum. Hem ben attığımı vururum, ağa babam bana nişan almayı pek bi yaman bellettiydi”
“İyi ama sen nasıl geldin bu yaşta buraya?”
“Köyde kimse kalmadı ki er olarak, ne yani analarımızı korumak bize düşmez mi? Ben de indiririm o kefereleri evel Allah sen meraklanma hele”
“Aslında bu savaş çok saçma geliyor bana. Bizim ne işimiz var burada. Ben çelik çomak oynarken buldum kendimi burda. Ateş ettiğim vakit ya birini vurursam diye ödüm kopuyor. Ya vurduğumun da benim babamın ki gibi çocukları varsa diye. Ya o çocuklar da benim gibi üzülürse diye düşünüyorum. Ben kimseyi öldürmek istemiyorum…”
“Hele hele, şu yiğidimin didine bi bak hele. Senin kulağın ağzın ne der duyuyor mu hiç? Sen onları vurmada onlar seni vursun he mi? Ne dediğini bilmiyorsun sen. Az akıllan bi yol hele. Biz onları vurmazsak onlar bizi vurur, sonra ne olur biz vurulursak, analarımız tehlikeye girer, vatan tehlikeye girer, bayrak tehlikeye girer. Senin kafan karışmış, iyi bi akıt kafanın içinde ki o pekmezi her bi yana bakim. Aklını topla hele…”
“Bunları ben de biliyorum ama napim, ben insan öldürmek istemiyorum. Bence bu dünya hep sevgi ile yaşanmalı. Burada, bu siperin içinde elimizde tüfek beklemek yerine, bu toprağı işlemek, bu havayı solumak, kuşlarla, kurtlarla, ayılarla, kelebeklerle beraber bu doğayı paylaşmak istiyorum ben. Çocukların eline silah veren büyüklerin olmadığı bir yerde yaşamak istiyorum. Barış içinde, kardeşçe yaşamak istiyorum. Ben kimseye ilişmeyeyim, kimse de bana ilişmesin istiyorum. Çocukların bir bayramı olsun, sene de bir gün bile olsa çocukluklarını kutlasınlar istiyorum…”
“Bunları kim istemez, ama bunları istiyorsan önce toprağın olacak, vatan diyebildiğin bir toprağın. O toprağın sana ait olduğunu gösteren bir de bayrağın olacak ve o bayrak o toprağın üstünde dalgalanacak ki sen bu dediklerini yapabil”
İvrindi’nin Mallıca köyündendi Hüseyin. Gönlü hep iyilikten yana, savaşın insana bir katkısı olamayacağına inanan yüreği sevgi dolu çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Kendisinden altı yaş küçük Mehmet’in yüreğinde ki vatan ve bayrak sevgisini o da taşıyordu ama bu sevginin barış şartlarında yaşanmasını istiyordu hep. Savaş insanlığın utanç kapısıydı Hüseyin için. Bir bayram olsa çocuklara, bir başka bayram da gençlere olsa diye düşünüyordu hep. Böyle birisi çıkar mı acaba bir gün diye düşünmekteydi. Var mı böyle birisi bu dünyada, bunu yapacak güce erişebilecek birisi var mı?
Onlar sohbet ederken, Asteğmen Muharrem bir kez daha okuduğu mektubunu koynuna yerleştirirken gözcülerden birisi;
“denizde hareket var, yaklaşan var” diye haykırdı.
Asteğmen Muharrem dürbünüyle baktığında sahilde ki karartıları gördü. Çıkartma başlamıştı. Emrinde ki seksen kişiyle birlikte Arı Burnundan ve Anzac Koyundan bin beş yüz kişi ile yapılan çıkartmaya karşı koymaya başladı.
Kısa bir süre içinde üç taraftan kuşatılmışlardı. Takımında bulunan seksen kişiden sadece on kişi kalmıştı Asteğmen Muharrem’in ve geri çekilmezlerse onlar da şehit olacaklardı;
“geri çekiliyoruz, geri çekiliyoruz”
Hüseyin, Muharrem Asteğmen ile birlikte ateş ederek tepeden uzaklaşırken son bir kez daha Mehmet’in cansız vücuduna baktı…
Çekildikleri tepeye daha sonra yerleşecek olan İngiliz birlikleri kurdukları top bataryaları ile kuvvetlerimize çok zararlar vereceklerdi ve o tepenin adı bu sebeple HAİN TEPE olacaktı. Ancak Hüseyin için o tepe daha o anda bile HAİN TEPE’ydi artık. Mehmet orada kalmıştı. On üç yaşında bir çocuk.
Çıkarma sonrası savaş gemilerinden açılan ateş desteğiyle Arıburnu yamaçlarına ilerleyen birliklere 4.Bölük Komutanı Yüzbaşı Faik Bey sayı üstünlüğüne rağmen karşı koymaya çalıştıysa da engel olamamıştı. Saat 05.00’te çıkarma Balıkçı Damlarına kadar uzanarak yayılmıştı. 07.00’da çıkan birliklerin sayısı artmış; 4.Bölük ağır kayıplar vererek geri çekilmişti. Kanlısırt-Yükseksırt hattı kaybedilmiş; ilk hedef olan Conkbayırı-Kocaçimen hattı ne yazık ki açılmıştı. Eceabat yakınında bulunan 27.Alay Komutanı Yarbay Şefik Bey top ve tüfek seslerinden çıkarmanın başladığını anlamış ve iki taburunu hazır hale getirmişti. 9.Tümen komutanından beklenen hareket emri geldiğinde 05.50’de alayın iki taburu Arıburnu’na hareket emri almıştı. İki saat sonra Topçular Sırtı’na ulaşan birlikler 08.00’de Yüzbaşı İbrahim komutasındaki 1.Tabur Kanlısırt istikametinde; Binbaşı Halis Bey komutasındaki 3.Tabur Merkeztepe-Edirne Sırtı istikametinde harekete geçmişti. Bu taarruzla Avustralyalılar püskürtülmüş; fakat sürekli takviye alan birlikler karşısında 27.Alay taarruzu durdurulmuştu.
Bu esnada 19. Tümen ordu ihtiyatı olarak Bigalı Köyünde bulunmaktaydı. Çıkarma ile ilgili bilgiler Yarbay Mustafa Kemal’e de gelmişti. Öteden beri bu bölgeden bir çıkarma harekâtı bekleyen Mustafa Kemal, tümenini kendi ifadesi ile “emr-i harekâta müheyya” (saldırıya hazır) bulunduruyordu. Bir taburun yetmeyeceğine kanaat getiren Mustafa Kemal, bütün sorumluluğu üzerine alarak en yakın yerde hazır bekleyen Hüseyin Avni Bey komutasındaki 57. Alay ile bir dağ bataryası ve bir sıhhiye müfrezesini Koca Çimentepe istikâmetinde hareket edecek şekilde düzenlenmesi için birlik komutanlarının emir almak üzere tümen karargâhına gelmesini istemişti. Karargâha gelen birlik komutanlarına altı maddelik emir yazdırdıktan sonra 3. Kolordu Komutanlığı’na durumu ve teşebbüsünü telefonla bildirilmek üzere bir rapor yazdırarak birliklerle Koca Çimen Tepesi’ne doğru 08:00’de emir beklemeksizin harekât etmişti.
Mustafa Kemal emrinde ki birlikle ilerlerken cephaneleri bittiği için geri çekilmek zorunda kalan erleri görmüş, onların önüne çıkarak süngü taktırıp yere yatırmıştı. İşte o ana dek savaşın korkunç yüzü ile ilk kez karşılaşan ve korku ile geri çekilen Hüseyin, bir anda umuda kapılmıştı. Karşısındaki komutan belki de kimsenin bu güne dek savaş alanlarında söylemediği, söyleyemeyeceği sözleri söylüyordu. Acaba bu komutan o çocuk bayramını ilan edeceği mevki ve makama ulaşabilir miydi? Ulaşsa bile bunu yapar mıydı? Hüseyin, Mustafa Kemal’i dinliyordu;
“Size ben taarruzu emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler ve başka kumandanlar alabilir…”
25 Nisan 1915 şafağından tam on iki yıl sonra, Hüseyin İvrindi’den Havran’a gelmişti. Burada biraz alışveriş yapacak, bir iki dostu ile hasret giderecekti. Hem belki Edremit’e geçip Muharrem Asteğmeni de görecek zamanı kalır düşüncesiyle acele ediyordu.
25 Nisan günü yaralanmıştı Asteğmen Muharrem ama Hüseyin O’nu kaybettikleri hatta bırakmamıştı. Edremit’e yerleşip öğretmenlik yapan Muharrem Asteğmeni sık sık görmeye giderdi. İşlerini bitirince soluklanmak için çolak Osman’ın kahveye girdi. Bir çay içip haftalık gazetelere bakmak istedi. Muharrem Asteğmen O’na okumayı öğretmişti kısa sürede. İkinci gazeteyi eline aldığında gözleri doldu. Gazete 23 Nisan gününün çocuklara bayram olarak armağan edildiğini yazıyordu. Bir Nisan gününden bir başka Nisan gününe uzanan hüzünlü ve kanlı bir yolculuk geçti gözlerinin önünden. 25 Nisan şafağı şehit olan on iki yaşında ki Mehmet’i düşündü. Sonra da yine aynı gün karşılaştığı o mavi gözleri, kendisine ölmeyi emreden o mavi gözleri düşündü. Şimdi o gözler 23 Nisan’da makamını bir çocuğa bırakıyordu, öyle yazıyordu gazete.
Gözleri doldu Hüseyin’in, 25 Nisan şafağından 23 Nisan bayramına ulaşamayan onbeşlilerin sayesinde çocuklar bayram yaparak yaşayacaklardı çocukluklarını, mavi gözlerin armağanı olarak…
Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı
Aslan yârim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye
Gidiyom gidemiyom
Az doldur içemiyom
Sevdiğim pek gönüllü
Koyup da gidemiyom
YAZARLAR
Yayınlanma: 24 Eylül 2019 - 11:01
Hey Onbeşli Onbeşli
Bir kez daha çıkarttı koynuna özenle yerleştirdiği gül suyu kokulu iki aylık mektubu
YAZARLAR
24 Eylül 2019 - 11:01
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir