Herkes bayramı bekliyor. Harcamalar kesiliyor. Malum özel harcamalar var. Ele güne karşı eksikli olunmaz. Hayatımız hep bir şeyleri beklemekle geçti. Deliye değil de aslında herkese her gün bayram. İnsana bayram... Hele sağlıklıysa ve sevdikleriyleyse. Bayram olsa olsa daha da kaynaşma ve ihmal edilenlere ihtimam göstermek için fırsattır.
Eski bayramlar derken, özlediğimiz şey aslında çok uzakta kalmış olan kırık dökük çocukluğumuz. Kısa bir süreliğine de olsa yalnız kalınca genelde çocukluğumla konuştuğumu fark ettim. Çok önceden kalma da olsa bir çok anının benimle birlikte, her yerimde yaşadığını gördüm. Günlük yaşam karmaşasına ve buna bağlı bir çok heyulaya maruz kaldığımızdan o bizi biz yapan güzelim anılar unutulup gidiyor. Ben hiç birini unutmadım. Böylelikle anılarımı şimdiki çağıma çağırıp hesaplaşabiliyorum. Ne işime mi yarıyor? Hiç... Ama şimdiki kabuk bağlasa da yer etmiş yaraların sebebini bulunca iyileşiyor gibi. İyileşmese de artık zararsız hale geliyor. Bir kaç günlüğüne kampta yalnızken öyle derin anılar buldum ki kendim bile hayret ettim. Bazılarını eşime anlattım. O da bana “bunları yazmalısın” dedi. Yazmasına yazarım da... kelimelerin kifayetsiz olacağından bazen yazmamalı sadece yaşamalı diye düşünüyorum. Bize güç veriyorsa unutmamalı.
Anneannemle dedemin köyüne giderdik bayramlarda. Kahverengi renginde bir köydü. Bayram demek beni simamdan tanıyan yetişkinlerin annemi tahmin ettiği, akranlarımın da yadırgadığı arada yabancılığımızı aşmak için top oynadığımız bir şeydi. Her köy gibi ortasında kocaman bir çeşme vardı. Önünde de su kaplarını doldurmak için bekleyen gürültülü bir kalabalık olurdu. Sıra bana geldiğinde elimdeki o küçük ibrik bir türlü dolmak bilmezdi. Her hareketimi izleyip karışan kalabalıktan bir an önce kurtulmaktan başka bir şey düşünmezdim. Annemle dedem arasında sebebini bilmediğim bir gerginlik olurdu. Bu kırık anıların tamamını paylaşabilmem imkansız ama resmini yapmayı sevdiğim sepya renkli o köy resimlerinin kaynağını artık biliyorum. Hoşça kalın
Eski bayramlar derken, özlediğimiz şey aslında çok uzakta kalmış olan kırık dökük çocukluğumuz. Kısa bir süreliğine de olsa yalnız kalınca genelde çocukluğumla konuştuğumu fark ettim. Çok önceden kalma da olsa bir çok anının benimle birlikte, her yerimde yaşadığını gördüm. Günlük yaşam karmaşasına ve buna bağlı bir çok heyulaya maruz kaldığımızdan o bizi biz yapan güzelim anılar unutulup gidiyor. Ben hiç birini unutmadım. Böylelikle anılarımı şimdiki çağıma çağırıp hesaplaşabiliyorum. Ne işime mi yarıyor? Hiç... Ama şimdiki kabuk bağlasa da yer etmiş yaraların sebebini bulunca iyileşiyor gibi. İyileşmese de artık zararsız hale geliyor. Bir kaç günlüğüne kampta yalnızken öyle derin anılar buldum ki kendim bile hayret ettim. Bazılarını eşime anlattım. O da bana “bunları yazmalısın” dedi. Yazmasına yazarım da... kelimelerin kifayetsiz olacağından bazen yazmamalı sadece yaşamalı diye düşünüyorum. Bize güç veriyorsa unutmamalı.
Anneannemle dedemin köyüne giderdik bayramlarda. Kahverengi renginde bir köydü. Bayram demek beni simamdan tanıyan yetişkinlerin annemi tahmin ettiği, akranlarımın da yadırgadığı arada yabancılığımızı aşmak için top oynadığımız bir şeydi. Her köy gibi ortasında kocaman bir çeşme vardı. Önünde de su kaplarını doldurmak için bekleyen gürültülü bir kalabalık olurdu. Sıra bana geldiğinde elimdeki o küçük ibrik bir türlü dolmak bilmezdi. Her hareketimi izleyip karışan kalabalıktan bir an önce kurtulmaktan başka bir şey düşünmezdim. Annemle dedem arasında sebebini bilmediğim bir gerginlik olurdu. Bu kırık anıların tamamını paylaşabilmem imkansız ama resmini yapmayı sevdiğim sepya renkli o köy resimlerinin kaynağını artık biliyorum. Hoşça kalın