Herkese merhaba!
Bugün itibari ile sizlerle, haftada bir gün, -şimdilik- kültür ve edebiyat üzerine yazılarımı paylaşacağım. Sanatın ana kaynağı olan toplum, toplumun menfaati için gelişen ve çağ atlatan teknoloji hareketleri; bu hareketlerin birey üzerindeki etkileri ve etkilerin sonucu olarak sanatın biçim bulmuş hali paradoksu, şahsımın yazılarında çıkış noktası olacaktır.
Bir süredir zihnimde yer işgal eden, “Bir şeyler yapmalı ama ne?” çıkmazına sürükleyen ve “bana göre” biçim bulan yanlışları, Kalem Gazetesi aracılığı ile sizlerle paylaşacağım.
Özellikle yazar ve editör sıfatları ile camiası içerisinde yer aldığım edebiyat sanatında yaşanan tanım dışı olaylara karşı “Benim de söyleyeceklerim var!” diyerek sesimi duyurma gayretinde olacağım.
Toplum için edebiyat kavramının önüne geçen, magazin etkisi yüksek, çok takipçi sayılı sosyal medya kimliğine odaklı “iyi” algısı, bitmek bilmeyen çay edebiyatı; mısraları yalnızca sokak duvarlarında kalan şairler, yazmak uğruna harcanan ömürler üzerine konuşacağım sizlerle.
Toplumsal kaygıların göz ardı edildiği ve “fenomen” sıfatı ile kültürel ahlâkı zedelemeyi hak gören hırslar hakkında görüşlerimi paylaşacağım. Tabi ki her daim “bence” kötü olan konular odak noktamız olmayacak. Kütüphanemizin dip köşelerinde unutulmuş eserlerin üzerinden birlikte süpüreceğiz yılların tozunu. Birlikte tekrar kazandıracağız zengin dilimizin kaybolmuş kelimelerini günlük hayatımıza. Hep beraber sahip çıkacağız bugüne ve yarına. Bu bağlamda çalışmalarıma “Kayda Değer Şeyler” başlığı ile devam edeceğim. Umarım sizlerin vakitlerini değerli kılmaya yetmeyi başarabilirim. O halde müsaadeniz ile başlayalım:
Evvel zamanlarda, albümü, piyasada küçük bir harekete sebep olan sanatçı! kişilerini görmeye alışmıştık filmlerde. Oyunculuk kabiliyetinden yoksun, sahne tozundan nasibini almamış kişilerdi bunlar ki günümüzde de mankenler, onların yerlerini almış durumdalar. Magazin sayfalarından aşina olduğumuz -her ne gerek var ise bu aşinalığa- isimler, zaten sayısı üçü beşi geçmeyen ve gerçek anlamda entelektüel sayfalar yayınlayan gazetelerin en renkli isimleri oldular.
Bir başka haftanın bahis konusu olması gerektiğini düşündüğüm örneklemem ile gelmek istediğim nokta şudur ki:
Popülaritenin (tutulmanın) zorunluluklarından biri olarak görülmüş olacak ki edebiyat aşığı ünlü isimlerimizin sayısı son dönemlerde müthiş bir artış gösterdi. Nasıl bir altın bilezik sahibi ki bunlar, bozdur bozdur bitmedi yetenekleri. İlk baskıda 100,000 (Yazı ile yüz bin) adedin mütevazı bir değer olarak kabul edildiği Nişantaşı camiasında, hangi yayın editörü, hangi esere bu miktarda basım onayı verir ki? Sürümden kazanma gayesi güden bir yayın editörü elbette! Edebiyat anlamında birikim ve beceresine bakılmaksızın ismin satışı yahut ismin nakde dönüşümü olarak tanımlayabileceğim durum ne yazık ki hüsranlara sebep olmakta şahsımda. “Borç beni öldürecek.” diyen ve belki de bugünümüze de mizahını yakıştırabileceğimiz romanın, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabının yazarı Ahmet Hamdi’yi düşünüyorum da… Bir yanda şark ve garp arasında, medeniyet denilen kavrama evrilmenin sancısı ile boğuşan toplumun hakikatlerini kaleme alma kaygısı güderken, diğer yandan da tedavisi için ihtiyaç duyduğu parayı kazanma zorunluluğu ile körüklenen yazma kaygısını düşünüyorum. Kişinin sorunlarını ben merkezinden alarak toplumun sorunları şeklinde işlediği ve yerli edebiyatımızın kült eserlerinden olan romanını düşünüyorum… Sonra da kitap mağaza zincirlerinin çok satanlar raflarına kayıyor gözlerim. Ne mi görüyorum? Siz söyleyin, ne görüyorsunuz?
Bugün itibari ile sizlerle, haftada bir gün, -şimdilik- kültür ve edebiyat üzerine yazılarımı paylaşacağım. Sanatın ana kaynağı olan toplum, toplumun menfaati için gelişen ve çağ atlatan teknoloji hareketleri; bu hareketlerin birey üzerindeki etkileri ve etkilerin sonucu olarak sanatın biçim bulmuş hali paradoksu, şahsımın yazılarında çıkış noktası olacaktır.
Bir süredir zihnimde yer işgal eden, “Bir şeyler yapmalı ama ne?” çıkmazına sürükleyen ve “bana göre” biçim bulan yanlışları, Kalem Gazetesi aracılığı ile sizlerle paylaşacağım.
Özellikle yazar ve editör sıfatları ile camiası içerisinde yer aldığım edebiyat sanatında yaşanan tanım dışı olaylara karşı “Benim de söyleyeceklerim var!” diyerek sesimi duyurma gayretinde olacağım.
Toplum için edebiyat kavramının önüne geçen, magazin etkisi yüksek, çok takipçi sayılı sosyal medya kimliğine odaklı “iyi” algısı, bitmek bilmeyen çay edebiyatı; mısraları yalnızca sokak duvarlarında kalan şairler, yazmak uğruna harcanan ömürler üzerine konuşacağım sizlerle.
Toplumsal kaygıların göz ardı edildiği ve “fenomen” sıfatı ile kültürel ahlâkı zedelemeyi hak gören hırslar hakkında görüşlerimi paylaşacağım. Tabi ki her daim “bence” kötü olan konular odak noktamız olmayacak. Kütüphanemizin dip köşelerinde unutulmuş eserlerin üzerinden birlikte süpüreceğiz yılların tozunu. Birlikte tekrar kazandıracağız zengin dilimizin kaybolmuş kelimelerini günlük hayatımıza. Hep beraber sahip çıkacağız bugüne ve yarına. Bu bağlamda çalışmalarıma “Kayda Değer Şeyler” başlığı ile devam edeceğim. Umarım sizlerin vakitlerini değerli kılmaya yetmeyi başarabilirim. O halde müsaadeniz ile başlayalım:
Evvel zamanlarda, albümü, piyasada küçük bir harekete sebep olan sanatçı! kişilerini görmeye alışmıştık filmlerde. Oyunculuk kabiliyetinden yoksun, sahne tozundan nasibini almamış kişilerdi bunlar ki günümüzde de mankenler, onların yerlerini almış durumdalar. Magazin sayfalarından aşina olduğumuz -her ne gerek var ise bu aşinalığa- isimler, zaten sayısı üçü beşi geçmeyen ve gerçek anlamda entelektüel sayfalar yayınlayan gazetelerin en renkli isimleri oldular.
Bir başka haftanın bahis konusu olması gerektiğini düşündüğüm örneklemem ile gelmek istediğim nokta şudur ki:
Popülaritenin (tutulmanın) zorunluluklarından biri olarak görülmüş olacak ki edebiyat aşığı ünlü isimlerimizin sayısı son dönemlerde müthiş bir artış gösterdi. Nasıl bir altın bilezik sahibi ki bunlar, bozdur bozdur bitmedi yetenekleri. İlk baskıda 100,000 (Yazı ile yüz bin) adedin mütevazı bir değer olarak kabul edildiği Nişantaşı camiasında, hangi yayın editörü, hangi esere bu miktarda basım onayı verir ki? Sürümden kazanma gayesi güden bir yayın editörü elbette! Edebiyat anlamında birikim ve beceresine bakılmaksızın ismin satışı yahut ismin nakde dönüşümü olarak tanımlayabileceğim durum ne yazık ki hüsranlara sebep olmakta şahsımda. “Borç beni öldürecek.” diyen ve belki de bugünümüze de mizahını yakıştırabileceğimiz romanın, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabının yazarı Ahmet Hamdi’yi düşünüyorum da… Bir yanda şark ve garp arasında, medeniyet denilen kavrama evrilmenin sancısı ile boğuşan toplumun hakikatlerini kaleme alma kaygısı güderken, diğer yandan da tedavisi için ihtiyaç duyduğu parayı kazanma zorunluluğu ile körüklenen yazma kaygısını düşünüyorum. Kişinin sorunlarını ben merkezinden alarak toplumun sorunları şeklinde işlediği ve yerli edebiyatımızın kült eserlerinden olan romanını düşünüyorum… Sonra da kitap mağaza zincirlerinin çok satanlar raflarına kayıyor gözlerim. Ne mi görüyorum? Siz söyleyin, ne görüyorsunuz?