Doğuyoruz ve büyümeye başlıyoruz. Üç ya da dört yaşından sonra hatırladığımız hayatımız başlıyor. Çocukluğumuzun çoğu evde sokakta parklarda geçerken okula gitmeyi bekliyoruz. Bazılarımız okulu severken bazılarımız hiç sevmiyor ama mecburen okul hayatımız bir şekilde başlıyor.
Bir an önce okulumuzun bitmesini beklerken büyüdüğümüzün farkına bile varamıyoruz. Daha eğitim hayatımızda nasıl bir yaşam sürmemiz gerektiği anlatılıp duruyor hem de fikirlerimiz sorulmadan. Ailelerimiz, arkadaşlarımız, akrabalarımız hayatlarımıza daha çok karışmaya başladığında eğitim hayatımızın bir an önce bitip iş hayatına atılmayı bekliyoruz.
Bazı şeylerden kurtulmak için bir an önce büyümek için sabırsızlanıyoruz. Gençliğimizin coşkusu, aşklarımız ve platonik aşklarımızın acısıyla, dost ve arkadaş ihanetleriyle yüzleşerek büyüyoruz. Okul hayatından sonra iş hayatına atılıyoruz. Bu sinir ve stresi de beraberinde getirirken bir yandan da aile, akraba ve mahalle baskısı başlıyor. Bir an önce evlenip çoluk çocuğa kavuşmamızı istiyorlar ve yine fikirlerimizi sormadan. Kimi torun sevmek istiyor, kimi dayı, kimi teyze, kimileri de kuzeninin olmasını istiyor. Kendimizi başkalarının mutluluğuna adamış gibi hissediyoruz. Bizim düşüncelerimiz, fikirlerimiz yine sorulmuyor. Zamanla aşkı unutuyoruz, kim ne olursa olsun evlenmek, sistemin sürekliliğini sağlamak istiyoruz. Bu tür fikirler zaten ilkokul yıllarından beri beynimize kodlanıyor. Sisteme uyacaksın, itaatkar olacaksın, asi olmayacaksın, aileni ve akrabalarını üzmeyeceksin…
Çoğumuz çok da sevmeden aşık olmadan evleniyoruz. Hemen dört gözle çocuğumuzun olmasını beklemeye başlıyorlar. Aile görünümlü birer makine oluyoruz. Sonra çocuğumuz oluyor, geçim sıkıntıları başlıyor, ev ve araba alıyoruz, iş hayatı ev hayatı eş dost ziyaretleri başlıyor ve biz farkına varamadan hayatımız elimizden dirhem dirhem alınıyor. Artık 'hayır' bunu yapmıyorum diyemez duruma geldikten sonra ocuğumuzun büyümesini beklemeye başlıyoruz. Sonra onun okumasını, iş güç sahibi olmasını istiyoruz. Bize yapılanların aynısını çocuğumuzdan bekliyoruz. Zaman su gibi akıp gidiyor. Yaşlanıyor ve emekli oluyoruz ama bu defa da torun beklemeye başlıyoruz. Uzun bir süre sonra torunumuz oluyor, onu seviyoruz, büyümesini bekliyoruz. Bu zaman zarfında Azrail hayatımızda anlam kazanmaya başlıyor. Ondan kaçmaya çalışmak mümkün değil. Geriye dönüp hayatımızı tekrar yaşayabilme düşüncesi düşüyor aklımıza ama bu da mümkün değil. İyice yaşlanıp hastalanarak ölüm döşeğindeyken bütün sevdiklerimiz ziyaretimize geliyor. Yataktan başımızı kaldırıp, "aslında ben sizin, benim yaşamamı istediğiniz hayatı yaşadım ve bana bir hayat borçlusunuz' diyemiyoruz.
Bu tür hayatlar o kadar çok ki binlerce örnek verilebilir. İnsan önce neden var olduğunu ve nasıl bir hayat sürmesi gerektiğine kendisi karar vermeli. Toplumun, aile, akraba ve mahalle baskılarına boyun eğmemeli. Bunun eğitimle çok da ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bir köyde doğup orada ölenleri, bir şehirde doğup hiçbir yere gitmeden yine aynı o kentte ölenlerin olduğunu biliyorum. Onların dünyayı tanımaları, başka memleketler görmeleri sadece televizyon kanallarında gördükleriyle sınırlı. Dizi filmlerle sanal bir dünyaları oluyor böyle bir yaşam sürenlerin. Peki yaşadığımız hayat koşullarında başka türlü bir hayat sürmem mümkün olur mu derseniz, işte bu da çok zor. Milyonlarca hatta milyarlarca hayat hep başkalarının elinde şekilleniyor. Doğuyorlar, nefes alıp veriyorlar, başkaları için çalışıyorlar, ömürlerinin arasına sadece küçük hatta minicik mutluluklar sığdırabiliyorlar. Oysa istedikleri bir hayat sürmeleri kendi ellerinde, sadece gerçeklerin peşine düşseler, yalanlara inanmasalar, biraz araştırmacı olsalar, sorgulasalar, doğayı keşfetseler daha güzel bir yaşam sürmüş olurlar.
Ölüm döşeğinde ruhumuza açılan pencere kapanırken hiç keşkelerimiz olmamalı.
YAZARLAR
Yayınlanma: 21 Ağustos 2020 - 10:30
Kimin hayatını yaşıyoruz?
Doğuyoruz ve büyümeye başlıyoruz
YAZARLAR
21 Ağustos 2020 - 10:30
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir