Gece yarısından sonra yavaşça üzerimize çektiğimiz pikeler... Bezelye tanesi boyuna erişmiş hünnap ve zeytin gibi sonbahar, kış meyveleri... Sokakta bağırış çağırış şimdiden müstakbel eşini kovalayan kediler... Yoksa yaz bize gitme vaktim yaklaştı der gibi göz mü kırpıyor? Ağustos ayının sıcağını ve birbiri ardına yaşadığımız yangınları düşününce ‘yeter yahu biterse bitsin şu yaz' diyesimiz geliyor. Diğer yandan kışın daha da artan geçim sıkıntısı ve masraflar. Bir de bankadan çekilen “korona kredileri”ni düşününce milletin halini tahmin etmek öyle çok da zor değil.
*****
Sabah erkenden herkesin uyuduğu saatlerde, küçük durgun dalgaları yavaşça kumsala iten sabah melteminde, köpüklerin yıkadığı çakıl taşlarını izleyerek yapılan sabah yürüyüşü gibisi yok. Kır gezileri hatta köy ve orman gezileri ne güzel olurdu... Bu günlerde köyde tarlaya giderken babamın aşı çakısıyla bize bölüştürdüğü Ayasu armutlarını hatırlıyorum. Zamana kodlanmış kokular duymaya başladığıma göre tam mevsimi gelmiş olmalı. Anılar çağırmaya başladığıma bakılırsa da epey zaman geçmiş. Şimdilerde özleyerek hasretle hatırladığım günleri düşünüyorum da; o zamanlar uzak yerlere göç edemediği için bulunduğu yeri mesken tutmak zorunda kalmış, en sonunda da oranın simgesi olmuş Bozcaada kargaları gibiydim. Sonra bir gün bindiğim uçak beni A.B.D’ye götürdü. Okyanus üzerinde hareketsiz on iki saat durunca İstanbul Çanakkale arasındaki mesafe öylesine kısalmıştı ki haftada bir, iki şehir arasında gidip gelen otobüslere biniyordum. Ağustosun ikinci yarısından sonra eylülün oyuna gireceği belli olduğundan “üstüm başım hep uzun kollu" kordonda oturup serin serin biramı yudumlardım. Çanakkale’de herkesin bildiği en azından gördüğü, horlayıp burun kıvırdığı şizotipal kişiler vardır. Az konuşurlar. Çoğunlukla kendi kendilerine konuşurlar. Geçen gün bir tanesi elindeki köpeği eskiden tanıdığını anladığımız biriyle tanıştırdı. Tanıştırırken de o kişiye öyle bir şey dedi ki hem adamın riyakarlığını hem de eskiden yaşanmışları olduğunu anladık. Bir süre sessizlik oldu. Sanki zaman dondu. Ben de kendime bir kere daha hiç bir şey göründüğü gibi değil dedim. Ya da aslında olduğu gibi de bizim algımız ve yargımız kendimize göre. Şu anda bunları yazarken devlet radyosundaki spikerde öyle bir eskiye özlem var ki sormayın. Hemen hepsinin her programı seksenler veya doksanlar. Galiba fikir kıtlığı ya da bir çeşit kabızlık yaşıyorlar. Bir şey bulamayınca eskiye özlem prim yapar diye düşünüyor olmalılar. Bir tanesi de inovatif (gelecekçi) veya şu an için bir şeyler yapsa da ben haksız çıksam. Özlem güzeldir. Özlemek daha da... Ama bir şeyi deneyimlerken gün gelir de bu günü özlerim belki diyerek hakkını verip tadını çıkarmak daha da güzeldir. Hoşça kalın.
*****
Sabah erkenden herkesin uyuduğu saatlerde, küçük durgun dalgaları yavaşça kumsala iten sabah melteminde, köpüklerin yıkadığı çakıl taşlarını izleyerek yapılan sabah yürüyüşü gibisi yok. Kır gezileri hatta köy ve orman gezileri ne güzel olurdu... Bu günlerde köyde tarlaya giderken babamın aşı çakısıyla bize bölüştürdüğü Ayasu armutlarını hatırlıyorum. Zamana kodlanmış kokular duymaya başladığıma göre tam mevsimi gelmiş olmalı. Anılar çağırmaya başladığıma bakılırsa da epey zaman geçmiş. Şimdilerde özleyerek hasretle hatırladığım günleri düşünüyorum da; o zamanlar uzak yerlere göç edemediği için bulunduğu yeri mesken tutmak zorunda kalmış, en sonunda da oranın simgesi olmuş Bozcaada kargaları gibiydim. Sonra bir gün bindiğim uçak beni A.B.D’ye götürdü. Okyanus üzerinde hareketsiz on iki saat durunca İstanbul Çanakkale arasındaki mesafe öylesine kısalmıştı ki haftada bir, iki şehir arasında gidip gelen otobüslere biniyordum. Ağustosun ikinci yarısından sonra eylülün oyuna gireceği belli olduğundan “üstüm başım hep uzun kollu" kordonda oturup serin serin biramı yudumlardım. Çanakkale’de herkesin bildiği en azından gördüğü, horlayıp burun kıvırdığı şizotipal kişiler vardır. Az konuşurlar. Çoğunlukla kendi kendilerine konuşurlar. Geçen gün bir tanesi elindeki köpeği eskiden tanıdığını anladığımız biriyle tanıştırdı. Tanıştırırken de o kişiye öyle bir şey dedi ki hem adamın riyakarlığını hem de eskiden yaşanmışları olduğunu anladık. Bir süre sessizlik oldu. Sanki zaman dondu. Ben de kendime bir kere daha hiç bir şey göründüğü gibi değil dedim. Ya da aslında olduğu gibi de bizim algımız ve yargımız kendimize göre. Şu anda bunları yazarken devlet radyosundaki spikerde öyle bir eskiye özlem var ki sormayın. Hemen hepsinin her programı seksenler veya doksanlar. Galiba fikir kıtlığı ya da bir çeşit kabızlık yaşıyorlar. Bir şey bulamayınca eskiye özlem prim yapar diye düşünüyor olmalılar. Bir tanesi de inovatif (gelecekçi) veya şu an için bir şeyler yapsa da ben haksız çıksam. Özlem güzeldir. Özlemek daha da... Ama bir şeyi deneyimlerken gün gelir de bu günü özlerim belki diyerek hakkını verip tadını çıkarmak daha da güzeldir. Hoşça kalın.