Eskişehir Osmangazi Üniversitesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Engin Bölükmeşe ve danışmanlığını yaptığı doktora öğrencisi Başak Öner Gündüz’ün beraber hazırladığı “Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım” alt başlığıyla okuyucuya sunulan kitap, toplumsal cinsiyet kavramını, Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ ve Gustave Flaubert’in ‘Duygusal Eğitim’ eserleri üzerinden karşılaştırmalı bir şekilde incelenmiş.
Kitabın yazarlarının çıkarımına göre; zamansal bir mesafe olarak iki eserin yayımlanma tarihleri arasındaki bir buçuk asırlık fark olmasına rağmen, kadın cinsiyeti bazen satır üzerinde göstere göstere, bazen de satır arası dikkati gerektirecek bir titizlikle toplumsallaştırılıyor. Ayrıca edebi metinler, doğallaştırılmış olay örgüsü ve karakter düzenlenişi ile cinsiyetleri toplumsal olarak kurguluyor ve toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş bir kadın yaratmaya devam ediyor. “Karşılaştırma, bir kıyaslama ya da orijinal olanı belirleme değildir. Karşılaştırmalı Edebiyat incelemeleri, ‘ilk metni’ arayan bir dedektifliğe girişmez. Bilakis Karşılaştırmalı Edebiyat araştırmacısı, hiçbir metnin bir ilk metin olamayacağını kabul ederek, Andre Gide’in belirttiği gibi, hakiki yaratışın kapıları bütün tesirlere geniş bir biçimde açık tutmakla mümkün olacağını düşünür. Yani esere sanatsal nitelik kazandıran, kendinden önceki fikirler ve anlatışlardan beslenmiş olmak ve kendisinden sonrakileri besleyecek bir nitelik ve açıklıktır. Edebiyat metnine sanatsal kimlik kazandıran da gerçekleştirdiği bu dönüşümdür. Ressam Charles Bouleau’nun bakışın gezinmesini sağlayan soyut çizgiler olarak adlandırdığı ‘gizli geometri’, eril zihniyetli kültürlerin edebi metinlerinde eril çıkarları zedelemeyecek şekilde okurun bakışını kurgu bir düzende gezdirir. Eril tahakkümün sessiz bir şekilde kabul edildiği ve fakat farkında bile olunmadığı durumlarda, edebi metinler erkek karakterlerin payına ‘hayatı keşfetmeyi, ‘deneyimlemekten korkmamayı düşürürken, kadının payına ‘sınırlanmayı, ‘tahammül etmeyi, ‘azla yetinmeyi düşürür. Ancak feminist bir kaygı ile yaklaşılırsa, edebi eserlerdeki bu gizli geometri açığa çıkarılabilir. Eleştirel düşünceyi merkezine alan feminist eleştiri, kadınların tanımlandığı, kurgulandığı bu eril organizasyonun ‘bizim hikâyemiz’ olmadığını ilan eder. Dostoyevski’nin yer altı insanı, Kafka’nın bir böcek uyanışı ya da Woolf’un kendine ait bir oda çağrısı, öznenin sınırlandığı ve dışarıdan tanımlandığı toplumlara karşı bir isyan niteliğindedir. Çoğulun onaylamalarına ‘karşı’ nitelikte olan bu duruşlar, feminizmin genel perspektifinden uzakta değildir. İnsan haklarını içselleştiren hiç kimsenin, feminizmle arasına mesafe koymasına bir gerekçe bulunamaz. İnsan hakları savunucusu Eleanor Roosevelt, evrensel insan haklarının haritalarda bile görülmeyecek kadar küçük yerlerde başladığını söyler. Öyleyse hak arama işini, edebi sahaya da taşımak gerekir. ‘Satır Arası Toplumsal Cinsiyet’ kitabı incir çekirdeğini doldurmayacak detayların, cinsiyetleri toplumsallaştırdığını metinler üzerinden örnekler vererek anlatır. Bu kitap, başka görme biçimlerine sevk etmek üzere yapılmış her feminist çalışma gibi, farklı çalışmaların doğması için yapılmış küçük bir dalganın sadece bir halkasıdır.” Toplum, cinsiyetlerin ‘doğma’ ve ‘olma’ arasındaki bağını güçlendirir. Kâh yüksek sesle, bir yasanın dayatacağı kadar güçlü şekillerde cinsiyetler toplumsallaşır; kâh kısık bir sesle, satır arası belirsizliği ile toplum cinsiyet rollerini belirlemeye devam eder. Günlük hayat akışının her anında rastlanabilecek bu mağduriyete, belki de -en çok- edebi eserler aracılığıyla sebep olunması, pek ihtimal verilmeyen bir durumdur.Feminist edebiyat eleştirisi merceğini, edebiyatın satırları kadar, satır aralarına tuttuğumuzda, işkillenmemiz gereken eşitsiz bir tutumun varlığı ile sarsılırız. Kadın ve erkek kahramanlara, ataerkil telaşlarca, kısıtlı eylem haritaları ve belirli şablonlarla satır arası mahkûmiyeti yaşatılır. Oysaki başka bir görme biçimi mümkündür. Edebiyatın satır arası eşitsizliği, hasır altı edilecek bir kırıntı önemsizliğinde değildir.
Kitabın yazarlarının çıkarımına göre; zamansal bir mesafe olarak iki eserin yayımlanma tarihleri arasındaki bir buçuk asırlık fark olmasına rağmen, kadın cinsiyeti bazen satır üzerinde göstere göstere, bazen de satır arası dikkati gerektirecek bir titizlikle toplumsallaştırılıyor. Ayrıca edebi metinler, doğallaştırılmış olay örgüsü ve karakter düzenlenişi ile cinsiyetleri toplumsal olarak kurguluyor ve toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş bir kadın yaratmaya devam ediyor. “Karşılaştırma, bir kıyaslama ya da orijinal olanı belirleme değildir. Karşılaştırmalı Edebiyat incelemeleri, ‘ilk metni’ arayan bir dedektifliğe girişmez. Bilakis Karşılaştırmalı Edebiyat araştırmacısı, hiçbir metnin bir ilk metin olamayacağını kabul ederek, Andre Gide’in belirttiği gibi, hakiki yaratışın kapıları bütün tesirlere geniş bir biçimde açık tutmakla mümkün olacağını düşünür. Yani esere sanatsal nitelik kazandıran, kendinden önceki fikirler ve anlatışlardan beslenmiş olmak ve kendisinden sonrakileri besleyecek bir nitelik ve açıklıktır. Edebiyat metnine sanatsal kimlik kazandıran da gerçekleştirdiği bu dönüşümdür. Ressam Charles Bouleau’nun bakışın gezinmesini sağlayan soyut çizgiler olarak adlandırdığı ‘gizli geometri’, eril zihniyetli kültürlerin edebi metinlerinde eril çıkarları zedelemeyecek şekilde okurun bakışını kurgu bir düzende gezdirir. Eril tahakkümün sessiz bir şekilde kabul edildiği ve fakat farkında bile olunmadığı durumlarda, edebi metinler erkek karakterlerin payına ‘hayatı keşfetmeyi, ‘deneyimlemekten korkmamayı düşürürken, kadının payına ‘sınırlanmayı, ‘tahammül etmeyi, ‘azla yetinmeyi düşürür. Ancak feminist bir kaygı ile yaklaşılırsa, edebi eserlerdeki bu gizli geometri açığa çıkarılabilir. Eleştirel düşünceyi merkezine alan feminist eleştiri, kadınların tanımlandığı, kurgulandığı bu eril organizasyonun ‘bizim hikâyemiz’ olmadığını ilan eder. Dostoyevski’nin yer altı insanı, Kafka’nın bir böcek uyanışı ya da Woolf’un kendine ait bir oda çağrısı, öznenin sınırlandığı ve dışarıdan tanımlandığı toplumlara karşı bir isyan niteliğindedir. Çoğulun onaylamalarına ‘karşı’ nitelikte olan bu duruşlar, feminizmin genel perspektifinden uzakta değildir. İnsan haklarını içselleştiren hiç kimsenin, feminizmle arasına mesafe koymasına bir gerekçe bulunamaz. İnsan hakları savunucusu Eleanor Roosevelt, evrensel insan haklarının haritalarda bile görülmeyecek kadar küçük yerlerde başladığını söyler. Öyleyse hak arama işini, edebi sahaya da taşımak gerekir. ‘Satır Arası Toplumsal Cinsiyet’ kitabı incir çekirdeğini doldurmayacak detayların, cinsiyetleri toplumsallaştırdığını metinler üzerinden örnekler vererek anlatır. Bu kitap, başka görme biçimlerine sevk etmek üzere yapılmış her feminist çalışma gibi, farklı çalışmaların doğması için yapılmış küçük bir dalganın sadece bir halkasıdır.” Toplum, cinsiyetlerin ‘doğma’ ve ‘olma’ arasındaki bağını güçlendirir. Kâh yüksek sesle, bir yasanın dayatacağı kadar güçlü şekillerde cinsiyetler toplumsallaşır; kâh kısık bir sesle, satır arası belirsizliği ile toplum cinsiyet rollerini belirlemeye devam eder. Günlük hayat akışının her anında rastlanabilecek bu mağduriyete, belki de -en çok- edebi eserler aracılığıyla sebep olunması, pek ihtimal verilmeyen bir durumdur.Feminist edebiyat eleştirisi merceğini, edebiyatın satırları kadar, satır aralarına tuttuğumuzda, işkillenmemiz gereken eşitsiz bir tutumun varlığı ile sarsılırız. Kadın ve erkek kahramanlara, ataerkil telaşlarca, kısıtlı eylem haritaları ve belirli şablonlarla satır arası mahkûmiyeti yaşatılır. Oysaki başka bir görme biçimi mümkündür. Edebiyatın satır arası eşitsizliği, hasır altı edilecek bir kırıntı önemsizliğinde değildir.