Çocukken, ilkokul yıllarında, patlamış mısırlardan bahar dalları yapardık. Bu gün gördüğüm pembeli, beyazlı çiçekleri olan küçük badem fidanı onlara benziyordu. Ya, işte böyle... Bir süre sonra gerçek tasvire benzer sonra da ayırt edilemez olur. En iyi şarlo kim olacak yarışmasına katılıp, sadece üçüncü olan şarlo gibi. Yabancılaşmanın bir başka versiyonu. Peki neden böyle oldu. Doğadan, gerçeğimizden mi koptuk. Toplumun yazılı olmayan, bilinç dışı mutabakatından mütevellit, istediklerimizi değil de bizden istenileni, bekleneni, görev atfedileni yapmak durumunda kalmamız ıskalanmayacak kadar dikkate değer bence. Sonuç olarak bir sürü deneyim çıkıyor ortaya. Ama deneyimlerimizin azmettiricileri başkaları olduğundan ne kadar yaşamış sayılırız ki. Oysa masal gibi. Şimdi bakıldığında ütopik gibi görünen, kendi kendine yeten bahçeli bir köy evinde mutlu olabilirdik. Günümüzde oldukça revaçta olan bu geriye dönüş, bir zamanlar içinde olduğumuz, çıktığımız, çıkarıldığımız bir şeydi. Şimdi ise uzaktan özlem duyduğumuz bu hayat, uzansak erebilecekken men edilmiş bizden. Hani şarkıdaki gibi “imkansız olmuşuz, hayattayken üstelik". Her olumsuz şey gibi bunun da iyi yanları yok değil hani. Özlemlerimiz, estetik kaygılarımızın temel besin kaynağı. Örneğin benim resmetmeyi ya da yazmayı tercih ettiklerim genelde özlem duyduklarım. Durmadan o sepya ve renkli köyleri resmetmem mesela...

Canımızı yakan şeyleri göz ardı etmeye çalıştıkça, bir yerlerde birikip sonra da bir gulyabani gibi oradan hortlayarak, bedensel rahatsızlıklara yol açıp hayatımıza doğrudan etki etmesine tanık olmak ne garip. Oysa kendi marazımızı ya da şifamızı yaratanın bizzat kendimiz olduğu söylenir. Şimdiki yaşamımızın yapı taşlarının oluştuğu işkal altındaki ilk yıllarımıza etki etmemiz olanaksız oysa. Okuduğum bir romanda, ellerine ısırgan batan çocuğun, babası, ısırganları öyle bir canı yanmadan avuçluyordu ki... Babası şaşarak baka kalan çocuğa şöyle diyordu: “canının ne zaman yanacağına sen karar verirsin".
“Martın yarısı yaz yarısı da kıştır” denir. İlk yarısını devirdik bile. Badem ağaçları patlamış mısırdan yaptığımız bahar dallarını taşıya dursun. Erkenden çiçeklendikleri halde dona yenik düşmeyip erkenden meyveye dönecekleri için şanslılar bence. Belki de o şans bize aittir. Bu erkenden çiçeklenen ağaçların aldığı riski seviyorum, çocukluğumuzun patlamış mısıra benzeyen dallarını da...

Canımızı yakan şeyleri göz ardı etmeye çalıştıkça, bir yerlerde birikip sonra da bir gulyabani gibi oradan hortlayarak, bedensel rahatsızlıklara yol açıp hayatımıza doğrudan etki etmesine tanık olmak ne garip. Oysa kendi marazımızı ya da şifamızı yaratanın bizzat kendimiz olduğu söylenir. Şimdiki yaşamımızın yapı taşlarının oluştuğu işkal altındaki ilk yıllarımıza etki etmemiz olanaksız oysa. Okuduğum bir romanda, ellerine ısırgan batan çocuğun, babası, ısırganları öyle bir canı yanmadan avuçluyordu ki... Babası şaşarak baka kalan çocuğa şöyle diyordu: “canının ne zaman yanacağına sen karar verirsin".
“Martın yarısı yaz yarısı da kıştır” denir. İlk yarısını devirdik bile. Badem ağaçları patlamış mısırdan yaptığımız bahar dallarını taşıya dursun. Erkenden çiçeklendikleri halde dona yenik düşmeyip erkenden meyveye dönecekleri için şanslılar bence. Belki de o şans bize aittir. Bu erkenden çiçeklenen ağaçların aldığı riski seviyorum, çocukluğumuzun patlamış mısıra benzeyen dallarını da...
