Radyoda kısık sesle , naif ama budalaca ,saçma bir serzenişle sırf kafiye olsun diye seslendirilen slow bir şarķi içimi baysa da bu yerde biraz daha kalmaya karar verdim. Saçını at kuyruk yapmış altmışlarında bir adam kendince entellektüel haller takınarak geldi. Kötü şivesi ve maço tavrıyla yanındakilere esprili bir şeyler söylemeye çalıştı. andropoz hormonunun etkisinde semerini değiştirmeye çalışan eşek diye düşündüm.
Bizim, köprü altında yaşayan Hüseyin gene aynı yerinde. Meskeni tahta köprü altı. Daha saat on demeden derme çatma kulübesinin önündeki çöpten bulduğu masasına şaraptan oluşan kahvaltısı koymuş. Yalnızlığı hüznü ve küskünlüğü de aynı masada. Bisikletimin ziliyle verdiğim selamı adeta kucakladı. O izbe, metruk, derme çatma barınağına bir ara imrendim. Fazladan, marka niteliği namına aşağılayıcı hiç bir eşyası yoktu çünkü. Tumturaklı bir dürüstlük, adamlık ve kendi romanında baş kahraman olduğu bir çok anısı var. Pavyonda veya sex işçisi olarak çalışan kadınların da bu gibi delikanlılık mertlik ve ahkam dolu konuşmaları vardır. “Abla iyi ki bu işi yapıyorsun, helal olsun” diyesiniz gelir. Üst üste bir sürü suç işlemiş, içeri girmiş orada da yolunu bulmanın bir çok yolunu bulmuşlara da kader mahkumu denmiyor mu? Hiç bir suçları yokta durduk yere kader tarafından mahkum edilmişler gibi.
Ne garip canlılarız değil mi? Herkesin gönlünde kocaman, gür yeleli alfa bir aslan yatıyor. Herkes yaptıklarına bir günah keçisi, bir şeytan, hiç olmazsa güzel bir bahane bulmuş.
Rüzgar epey şiddetlendi. Kapüşonumu başıma geçirdim. Bir süredir nereye gitsem, ne yapsam kulaklarım uğulduyor. Nineme desem biri seni anıyor derdi. Olduğum yerden, uzaklaşan gemileri seyrediyorum. Bir tanesi al kırmızısı. Akşam güneşinin vurduğu küpeştesi turuncuya çalıyor. Rüzgardan kafedeki sandalyeler uçuştu. Kaldırım taşlarının derzlerine sıkışıp kalmış iğdeler var. Bazıları gelip geçenlerce ezilmiş. Çocukluğumdan beri bir birlerine benzeyen meyvelerin akraba olduklarını düşünürdüm Hurma, hünnap, iğde... meğer bilimsel bir gerçekmiş. Güvem, ahlat, alıç gibi meyveleri çok seviyorum. Çünkü ehlileştirilmemiş, doğasına müdahale edilmemiş meyveler daha samimi geliyor. Şahane görünümlü, kusursuz, doğasından uzaklaşmış hangi şeyi kullansam veya yesem kandırılmış hissediyorum.
Kuşlar rüzgardan zar zor uçuyor. Tüy gibi savrulan bir martı var burada. Gözden kaybolana kadar seyrettim. Sıcak yaz günlerinde termallerde sörf yapıp bedavadan süzüldüğü günleri hatırlıyor mudur acaba.
“Alayım bir tane daha İsmail.”
İsmail'i çocukluğumdan tanırım. Bir şeyler içmekten ziyade onu görmeye, eskiye dair bir şey yakalamaya, akıp giden zamana çıpa atmaya buraya geliyorum. Her şeyin umarsızca değişmesi sanırım sinirime dokunuyor. Eski alışkanlıklarını her şeye ve her yere taşıyan insanlardan tiksinen, yenilikçi, fütürist, idealist halim beni şimdi görse ne derdi acaba.
Kıyıdaki balıkçıların gün batımına gelen tarafları ışıktan bir haleyle çizilmiş. Benim ne gördüğümden ve buradan nasıl göründüklerinden haberleri yok. Dışarısı soğuk ve rüzgarlı. Herkes içeriye girmiş. Beni görüp de cesaretlenen bir kaç kişi dışarı çıktı. Dikkatimi celp etmek için yüksek sesle akıl seyrime uygun olabileceğini düşündükleri şeyler söylüyorlar. Onlara doğru baksam sohbet etmek isteyecekler. İnsanlar bu kadar mı yalnızlar. Ya da sürekli mi eksik yanlarını tatmin peşindeler. Neden eksikler ve ya öyle olduklarını düşünüyorlar. Oysa çok kolay bir yol var bunu çözmek için. Bazı amaçları, edinim istekleri, inançları olması yeterli. “İnanıyorsanız üstünsünüz” diyen bir kuran ayeti biliyorum. Şuna ve ya buna değil, “inanıyorsanız” diyor. Temelde olan inanç mı? Yaptığına, yaşadığına, ürettiğine inançsızlık, aydınlanma çağı, giderek post modernizm insanının en belirgin özelliği. Bu akımlar neler yaptılar insana değil mi? Sanki bu marjinal akımlar kendi başına bir şey, bir nesne bir heyulaymış da tüm bunları insanın bizzat kendisi yapmamış gibi. Ya işte bunda da zamanın ruhu olan akımları suçlayıp kurtulmak istemek başka bir günaha başka bir keçinin resmini yapmak.
Bu kafenin bahçesindeki zakkum ağacının dibine bir gode (su kabı)bırakmıştım bir zaman önce. Sulu boya resimler yaparken. Hala orada mı diye baktım ki orada. Fark edilmemiş ya da kimsenin işine yaramamış olmalı. Olsun sebebi her ne olursa olsun. Bir kaç ay öncesinden bile olsa bir şeyleri yerli yerinde, değişmemiş olarak görmekten, bıraktığım gibi bulmaktan mutlu oldum.
Çocukluğumda babam tarlada traktörle çift sürerken arkada pulluğun ortaya çıkardığı yaş, kara toprağa üşüşen martılar olurdu. “Deniz buraya çok uzak olduğu halde bu su kuşları çift sürüldüğünü de nereden haber aldılar acaba” diye düşünürdüm. Aynı kuşlar, ardında köpükler saçan teknelerin, feribotların arkasında da c biteviye, canhıraş yarışıyorlar. Sanırım bu hiç değişmeyecek.
Uzaktan tanıdığım bir antikacı var. Etrafında da sürekli dolaşan bir kaç kişi. Keyfi para harcamak için antik bir şeyler aramaya kaybettiği ve ya hiç yaşamadığı hayatlara tanık eşyalar arıyor. Onunkisi fantazi, eğlence veya başka bir şey. Ama arkasında gezen kişiler; bir solucan, bir simit ya da yüzemeyen yaralı bir balık peşinde koşan kuşlardan farksızlar. Kimisine getir görür işi yaptırıyor, diğerine bahşiş veriyor. Yada aldıklarından bir hediye...Bu bir dünya kanunu sanırım. Evrenin tamamında neler olduğunu bilsem farklı söylerdim.
Herkes içeriye girdi kafede. Aslında çok soğuk bir hava yok. Sadece rüzgar var. Bir rüzgarlık, bir kapüşonla çözülecek bir şey aslında. Bu dediğimi kimseye söylemeyin sakın. Neden mi? Son baharın ve bu rüzgarların doğanın ve şehrin en güzel yerlerini tenhalaştırmasına bayılıyorum da ondan.
YAZARLAR
Yayınlanma: 22 Ekim 2022 - 08:39
Tenha son bahar
Radyoda kısık sesle , naif ama budalaca ,saçma bir serzenişle sırf kafiye olsun diye seslendirilen slow bir şarķi içimi baysa da bu yerde biraz daha kalmaya karar verdim
YAZARLAR
22 Ekim 2022 - 08:39
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir