Erken kalktı Leman o sabah. Penceresinden içeriye halen sabah güneşi girmemişti saat 07:00 olmasına rağmen. Kış saati uygulamasına son vermişti Türkiye bu yıl tıpkı birçok Afrika ülkesi gibi. Salona doğru yöneldi. Selçuk halen uyumamıştı. Planları bir kez daha gözden geçiriyordu. Belli ki bunu sabaha dek yapmıştı. İki senedir Çanakkale’deydiler. Plan gereği evli bir çifti oynuyorlardı iki yıldır. Komşuları, aile dostları olmuştu bu zaman zarfında. Leman aslında nefret ederdi Selçuk’tan ama görev gereği aynı evi paylaşıyorlardı iki yıldır. Tabi Selçuk salonda yatıyordu.
Görevleri Çanakkale’de faaliyet gösteren Hıristiyan misyonerlere istihbarat sağlamaktı. Bu sayede 2016 yılbaşında Ayasofya’da yaşatılması planlanan doğaüstü olaya zemin hazırlanmasına dolaylı da olsa yardım ediyorlardı.
Aslında ikisi de iyi birer Müslüman ailesinin çocuklarıydı zamanında ama cahil toplumun birer üyesiydi aileleri aynı zamanda. Bu cahillikleri ile de Urfa’lı aile çocuklarını öğrenim görmeleri için Saint Benoit‘e göndermişti ve aynı yanılgıya Edirne’li ailede düşmüştü. Leman’da tıpkı Selçuk gibi Saint Benoit öğrencisi olmuştu iki yıl sonra dualarla. Aslında bir Cizvit okulu olan buradan mezun olduklarında din değiştirdiklerini de, Cizvit ajanı olduklarını da gizlemekle görevliydiler ilk olarak. İkisi de birer uluslararası şirkette uluslararası ilişkilerde görevliydi görüntüde. Bu sayede de her görevde kamufle olmayı başarıyorlardı.
İki yıl önce ilk olarak Leman çağırıldı ve görev anlatıldı. Bu görevde partnerinin Selçuk olduğunu öğrenince pek mutlu olmadı Leman. Sevmezdi onu. Okul yıllarında hep burnu havada, kimseyi beğenmez tavırları ile sevecenlikten yoksun bir Selçuk’u kim sevsindi ki zaten. Yıllar içinde Leman genelde pasif görevlerde istihbarat toplamakla meşgulken Selçuk her türlü görevle tecrübe kazanmış, tam bir ajan haline gelmişti. İstanbul’da yapılması planlanan olayın hazırlıkları civar illerde yapılarak gözden uzak bir çalışma ile başarıya ulaşmayı hedefliyordu Vatikan.
Morto’yu ve Abide’yi seyrederek geçirmişlerdi iki yılı İntepe’de. Yapılmak istenen eylemin algısı toplum için yaratılmıştı aslında ama ah şu 1996’da ortaya çıkan Kanadalı gazeteci yok mu? Her şeyi o bozuyordu.
İlk olarak 1977 yılında yapılan bir film ile etki ölçüldü toplumda. Yıldız savaşları filminde hologram teknolojisi kullanılarak bir mesaj iletilmesi sahnesi ile tüm dünya etki altına alınmıştı. Gelecekte evde böyle görüntülerle filmler oynayacak haberleri yapılıyordu. İnsanlık kandırılmaya bayılıyordu adeta ve algı yönetimi ile toplumlar basitçe yönlendirilebiliyordu. Bunu keşfeden teknoloji sahibi ABD Hollywood ile algı yönetimine başlamıştı artık. Yapılmak istenen şey basitti aslında. Tek devlet, tek millet. Yeni dünya düzeni yani. Hani ABD dolarının üzerinde yazar ya; ‘’NOVUS ORDO SECLORUM’’.
Bu önemli planın karşısına sadece tek bir engel çıkıyordu. VATİKAN. Bu durumda çatışarak zaman kaybetmek yerine birleşmek gerekliydi kilise ile ama bu ancak kiliseye de aba altından sopa göstermekle mümkündü ve 1993 yılında Jurassic Park ile tabular sarsıldı. Ölü bir sinekten bile nesli tükenmiş canlılar üretebilen teknolojinin yolu açıkmış hissi topluma verildi ve Tanrı yok sayıldı.
Filmin etkisi öylesine büyük oldu ki, devam filmleri tolum tarafında merakla beklendi. Vatikan artık ayakları suya ermiş haldeydi. 1080 yılında yaşadığı yalnızlığı bir kez daha yaşamak istemeyen Vatikan tüm Cizvit’leri Hollywood emrine vermişti ve artık Kabalacılara da tepki göstermekten kaçınır olmuştu.
‘’Uçak 10:00’da’’ dedi Selçuk’’. ‘’Hazırlansan iyi olur, yarın görevin son günü’’.
Leman duş almak için banyoya yürürken altı ay önce Lions Kulübün düzenlediği bir gece geldi aklına. Şarabın güzelliği ve boğazın eşsizliği arasında nasılda sarhoş olmuştu. Selçuk tam bir salon adamıydı. O gece gözüne bir başka görünüyordu Selçuk ve eve geldiklerinde belki de neden olmasın diye içinden geçirirken Selçuk’un o kaba sesi ile kendine gelmişti. ‘’ Ne bu halin, yoksa rolünün hayat kadınlığı olduğunu mu sandın’’.
Banyo yaparken Ayasofya’yı düşündü. Yarın orada olanlara tüm dünya şaşıracaktı. Yılın son günü önce Hz İsa’nın yüzü gökyüzünde belirecek ve sonrasında günümüzdeki fiziği ile MEHTİ Ayasofya’ya gökyüzünden iniş yapacak. Elbette inanlarda olacak, inanmayanlarda ama ne olursa olsun inananlar yeni bir inancın oluşmasına yetecek ve İslam coğrafyasının gözbebeğinde olacak bu eylem tüm dengeleri Yeni Dünya Düzeni adına değiştirecek. Hem bu durum 2008 yılında denenmemiş miydi? Kabe’ye inen melekler Youtube’da yerini almakta değil mi? Dünyanın neredeyse tamamı ilk birkaç ay inandı bu olaya ama sonra hologram ile yapıldığı ortaya çıktı. Peki bu ortaya çıkış neyi değiştirdi. Birçok Müslüman için hiçbir şeyi. Hıristiyanlar Kabe’ye meleklerin inişi gerçeğini saptırmak, çarpıtmak için uydurma haberlerle olayın olmadığını öne sürüyorlar diye söylemedi mi Müslümanlar. Olayın gerçekle ilgisi olmadığını tasarlayan ve yapan görevliler bile anlatamazlar artık bunun bir aldatmaca olduğunu. Bu tuhaf insan beynine şimdide Ayasofya’ya inen Mehti görüntüsü gönderilecek. Korkunç bir algı yöntemi değil de nedir bu?
Havaalanına doğru giderlerken arabayı Leman kullanıyordu. ‘’Şu gazeteci’’ dedi Leman. ‘’Bluebeam gerçeğini açıklayan gazeteci, sence öldürülmüş olabilir mi?’’. Okuduğu gazeteden başını kaldırdı Selçuk, gözlerinin önüne Kilitbahir kalesi geldi. Güzelyalı’ya doğru inmekteydiler İntepe’den. ‘’Serge Monast’’ dedi Selçuk.’’ Bilemiyorum, eğer öldürüldüyse de bizimle bir ilgisi yok. O vakitte ben de Montreal’deydim, böyle bir görevimiz olmadı’’. Yeniden gazetesine yönelen Selçuk’a inanmayan gözlerle baktı Leman.
…..
Ataköy’de iki ayrı odada kalmışlardı. Artık oyun bitmişti ve bugün sadece sonucu görmek için buradaydılar. Aktif bir görevleri yoktu. Aslında artık kimsenin aktif görevi kalmamıştı. Asıl görev toplumu gördüklerinden sonra algı yöntemi ile Yeni Dünya Düzeni’ne doğru kaydırılmasıydı. Tıpkı 1996 yılında gösterime giren Kurtuluş Günü filmindeki gibi. Tüm dünyayı ilgilendiren bir tehdit ve bu tehdidi tüm dünyanın tek lider komutasında top yekün bir ordu olarak alt etmesini anlatan filmin her ülkede aynı ilgiyi kazanması zafere giden yolda önemli bir basamak olmuştu plan sahipleri için.
H.A.A.R.P. yani High Frequency Active Auroral Research Program teknolojisi kullanılacaktı İstanbul’da o gün. Yani Amerika’nın Alaska’daki projesi olan Yüksek Frekanslı Güneşsel Araştırma Programı ile bir kez daha tanışacaktı Türkiye 1999’dan sonra. Aslında bu teknolojinin ilk sahibi SSCB’ydi ama 1986’da yaşanan Çernobil Faciası ile birlikte Nicola Tesla’nın kurduğu tesiste yok olmuştu. Sonrası ise Alaska tabi ki. Soğuk savaş yılları işte. Neyin, ne zaman, nerede olacağını kim bilebilirdi ki?
Saat 13:00’ü gösterdiğinde Pargalı İbrahim’in köşkünde çay içmekteydiler. Nasıl başlayacağı, neler olacağı hakkında bir fikirleri olmamasına rağmen yapmaları gereken algı yönlendirmesini gayet iyi biliyorlardı çevredeki rastgele dağılmış diğer misyonerler gibi.
Hava kapalıydı, yerler dün yağan karın izlerini taşımakta, Ayasofya’nın Sultan Ahmet Camisinin üstündeki karlar mevsimi yaşatmaktaydı. Birden hafifçe yer sarsılmaya başladı. Pargalının taş duvarları arasında gerili kalın zincirler üzerlerindeki şamdanlarla birlikte sallandılar. Leman ve Selçuk göz göze geldi. ‘’Başlıyor’’ dedi Leman. 3,2 ile sallanmıştı hafifçe İstanbul. Dışarı çıktılar ve Sultanahmet meydanındaki dikili taşın hemen üzerinden görünen güneşin etkisiyle büyülenmiş gibi kalakaldılar.’’H.A.A.R.P. gerçekten iyi çalışıyor doğrusu’’ dedi Selçuk. Ayasofya’nın üzerindeki bulutlar gitmiş sadece Ayasofya’yı aydınlatan bir güneş gelmişti. Ayasofya’nın üzerindeki karlar hızla erimekteydi. Yaşananlar etraftakileri adeta büyülemişti. Araçlar durmuş, tramvaylar, otobüsler boşalmış, kafeler, restoranlar müşterilerini bu inanılmaz görüntüye teslim etmişlerdi. Güneş yavaş yavaş uzaklaşmaya başlarken bu kez Ayasofya’nın tepesine bir mavi ışık çökmüştü. Serge Monast’ı anımsadı bir kez daha Leman. Bluebeam planını düşündü Amerika’nın. Tam karşısında duruyordu. Yutkundu ve Hz İsa’nın gökyüzünde beliren görüntüsünün Ayasofya’ya nasıl hakim olduğunu izledi. İnsanoğlunun Tanrı’ya aldırış etmeden Tanrılaşma çabasına ortak olmuştu. Ürktü. Edirne’de ki babası geldi aklına. Namazını aksatmayan iyi bir Müslümandı babası. Üç yıl önce öldüğünde kızına miras olarak sadece seccadesi ve Kur-an’ı kalmıştı. Etrafına bakındı, secde edenleri gördü, düşüp bayılanlar, korkudan bakamayanlar, tekbir getirenlerle doluydu tarihi meydan. Oysa ki yaşanan tiyatroyu biliyordu ve yapması gereken etrafını Mehti’ye inandırmaktı. Selçuk büyük bir tiyatro oyuncusu gibiydi. Diğer misyonerlerle birlikte bağırıyordu; “Mehti gelecek, Mehti gelecek”. Toplumsal algıyı yönlendirmek için çabalıyordu.
Kafası karışan Leman’ın ise içinden sadece bir soru geçiyordu bu Tanrılaşma çabası karşısında;
’’ ya gerçekten Allah varsa?’’
YAZARLAR
Yayınlanma: 13 Eylül 2019 - 10:54
Blue Beam
Erken kalktı Leman o sabah
YAZARLAR
13 Eylül 2019 - 10:54
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir