“…Gerçek, karşısında insanların birbiriyle farklı düşüncelere sahip olamayacağı tek şeydir. Herkesin bilinçaltında ona hükmeden, yaşamayı her ne pahasına olursa olsun diğer bütün isteklerden üstün kılan bir güç vardır. İnsan yaşamak ister çünkü dünya yaşamaktadır” diye yazmış toplama kampındaki Yahudi bir mahkum, gaz odasında son nefesini vermeden kısa bir süre önce. Merhaba sevgili okurlar, nasılsınız? Bugün sizinle daha önce söz verdiğim gibi Boyalı kuş hakkında konuşmak istiyorum. Jerzy Kosinski’nin kominist rejimin hakim olduğu zamanlarda Polonya’yı kötü gösterdiği gerekçesiyle ülkesinde yasak getirilen ve aynı zamanda diğer ülkelerde geniş yankı bulan kitabı. Kitabın konusundan önce yazılış hikayesinden bahsetmek gerekirse Kosinski, ilham kaynağı olarak Aristophanes’in yergi türünde yazılmış oyunu Kuşlar’ı baz alarak ve çocukluğu boyunca bire bir yaşayarak gözlemlediği bir köylü geleneğiyle harmanlayarak yazmaya başlar. Köylülerin en büyük eğlencelerinden biri yakaladıkları kuşun tüylerini rengarenk boyadıktan sonra sürüye katılması için gökyüzüne geri salmaktır. Parlak renklere bulanan kuş sürünün bir parçası olmanın güvenine sığınmak için hemcinsleriyle buluştuğunda diğerleri bu boyalı kuşu kendileri için tehlike addederek anında saldırıya geçer, gagalarıyla parçalayıp canını alırlar… İsimsiz bir çocuk dünyaya sığdırılamaz II. Dünya Savaşı sırasında ailesi tarafından güvenliği için uzak bir köye akrabasının yanına gönderilen bir çocuk karşımıza çıkıyor. Bu çocuğun gönderildiği köyde birbirinden tuhaf hurafeler var ve bana en garip geleni insanların dişlerini sayabilenlerin o kişiye büyü yaptığı olmuştur.
Bir gün çocuğun akrabasının evinde yangın çıkıyor ve bu yangında akrabası ölüyor bunu gören köylüler zaten tipinden rahatsız oldukları bu çocuğu önce dövüp sonra bir büyücüye satıyorlar büyücü kadın çocuğun içinde şeytan olduğunu çocuğun da vampir olduğunu söylüyor bunu duyan köylüler çok korkup çocuğu satıp hemen kaçıyorlar. İşte kahramanımızın yolculuğu böyle başlamış oluyor.
Boyalı kuş’un filminde hem senarist hem yapımcı hem yönetmen olan Vaclav Marhoul, bizlere savaş yerinden ziyade cephe gerisini gösteriyor evet masum görünen köylüler de en az Naziler kadar kötü olabilirler… Film çocukların birbirine yaptığı kötülükle başlayıp büyüklerin küçücük bir çocuğa yaptığı iğrençliklerle sürüyor. Evet çocukların yaptığı kötülükler en masum kabul edilen, dünyayı yönetsin diye temizliklerine methiyeler düzülen çocuklar. Kim bilir belki de o masum çocuklar bu çocuklar değildir…
Filmde belli bir yer yok, belli bir millet yok, bir anadil yok hatta başrol çocuğun adı bile yok. Zaten kimseye de lazım değil adı falan ya keşke hiç olmasa ya da iyi ki var da ihtiyaçlarını gideriyorlar ama o onlardan değil o yüzden her türlü muameleyi hak ediyor şüphesiz.
Filmde belli bir yerin olmamasının sebebinin zalimliğin coğrafyası olmadığına ayrıca belirli bir millet ve anadilin olmayışı da bu kadar zulmün tek bir topluluğun üzerine yıkılmaması için ayarlandığını öğrendim. Filmde duyduğunuz dilin Çekçe ya da Polski olduğu düşünülmüş fakat gerçekte İnterslavik, Slavik esparando ya da Slovento (basit, tüm slavların anlayabileceği bir dil) filmde görülen, yaşanan tüm kötülüklerin yine belirli bir Slav halkına yüklenmeme kaygısıyla bu tarz bir yaklaşım benimsenmiştir. Çocuğun isminin olmayışı da zannımca onun bu kaderi paylaşan tek çocuk olmadığı onun gibi nicelerinin olduğuna bir göndermedir.
Yani demem o ki kitabı okuyun, filmi de izleyin tabii sağlam bir ciğeriniz varsa valla hem kitap hem film bende ciğer bırakmadı…