Güneşin kordonu kuruttuğu saatlerde canlı balık tezgahlarını seyredenler vardı. Sonra bir bir dağıldılar. Balıklar leğenlerde çırpınıp durdu.
Baloncunun bileğinde balon koçanı bağlı, elleri cebinde bir aşağı bir yukarı seğirtiyor. Gözleri koyu, bakışları karanlık. Baloncular mutsuz olmamalı. Mutsuz baloncuların balonları çocuk oyunlarına benzemez çünkü. İnsanlar nasıl da özlemişler güneşi, açılıp saçılmayı. Daha geçen yıl bu zamanlar güneş gene yerli yerindeydi oysa. Karşıdan dolu gemiler geliyor burnu havada, ak bıyıklarıyla. Demek akıntı onlara karşı. Gemi insanları gemiye doluşurken kıştı. Şimdi ise bahar neredeyse. karaya varınca ilk ne alırlar. Nergis mi sümbül mü? Su ortasında susamışlardır belki.
Telefonlarına sığınmış zamane insanlarının içlerinden geçen sanal hayalleri var. Herkes bir rahata ermek istiyor. Bir köye yerleşip çiftlik kursalar. Oh ne güzel hayatları olurdu. Rahata ererlerdi. Oysa rahatlamak Aşık Veysel’in “sadık yari”nde ancak.
Her yana algoritmalar yağarken ellerimiz toprak damlar için yaratılmış. Kerpiç çatlakları taşırız ta Mısır’dan kalma.
Ne güzel maviliklerle avunuyor sardunya çiçekleri dert ayında. Üzüntüleri sıkıntıları soluyup karşılığında çiçek veriyor gibiler. Sakız pembesi, güvez, ebruli. Burası yağmurla birlikte yüzü koyun kapanmış tahta sandalyeler kordonu.
Sokak aralarında kaybolmak bazen eski Rum evleri gibi. Pejmürde duvarları bir fırtına bekliyor. Uzun pencerelerinin üst camından içeri orta çağ ışığı girmiş. Hep mi güzellik köhne kalır. Baykuş bilgeliği,
Viran ocak,
Vakur bekleyiş,
Asil yalnızlık.
Şehrin müzik kutusu olan bu evlere ne zaman dokunsam aklıma derinden bir ney sesi çalınır. Biraz çello...
Baloncular mutlu olmalı demiş miydim? Simitçiler de öyle. Sokaklarda ıslık çalar mutlu şehrin satıcıları.
Tahta köprü altında bekleyen gani gönüllü devrik Dumrul arkadaşımdır. Her kar yağdığında sandallar ona doğru yelkenlerini çırpar üşümesin diye. Üşenmesin diye ateş yakmaya. Çünkü bir öşür yevmiyesi var balık sandıklarında. Yevmiyesi balık sandıklarıyla hellespostan gelir ona.
Nasıl hasretsek artık erdeme bir yiğitlik, bir dürüstlük, bir içtenlik görsek sesimiz titriyor ağlamaklı...
Şehrin gemilerinin sirenleri karşı kıyıyı selamlıyor. Sirenler eskiden tiz bir anı gibi burnumu sızlatıyor. Boğazda acı lokma, yutakta ham ahlat gibi orada her zaman bekler durur.
Önceden olsa rüzgarın kokusundan bilirdim her meyvenin mevsimini. Şimdilerde ise erik kokuları gri evlerin balkonlarına takılı. Başımıza taç yaptığımız defne dalları, dileklerle papatyalar, patlamış mısır yüklü çiçeklenmiş badem dalları dağın ardında. Şu adam kaçtır aynı yerden geçiyor şu yıldız da öyle. İşinde gücünde sansın dostlar diye. Elleri cebinde yollara aylak, çocuklara yabancı. Kendine uzak...
Baloncunun bileğinde balon koçanı bağlı, elleri cebinde bir aşağı bir yukarı seğirtiyor. Gözleri koyu, bakışları karanlık. Baloncular mutsuz olmamalı. Mutsuz baloncuların balonları çocuk oyunlarına benzemez çünkü. İnsanlar nasıl da özlemişler güneşi, açılıp saçılmayı. Daha geçen yıl bu zamanlar güneş gene yerli yerindeydi oysa. Karşıdan dolu gemiler geliyor burnu havada, ak bıyıklarıyla. Demek akıntı onlara karşı. Gemi insanları gemiye doluşurken kıştı. Şimdi ise bahar neredeyse. karaya varınca ilk ne alırlar. Nergis mi sümbül mü? Su ortasında susamışlardır belki.
Telefonlarına sığınmış zamane insanlarının içlerinden geçen sanal hayalleri var. Herkes bir rahata ermek istiyor. Bir köye yerleşip çiftlik kursalar. Oh ne güzel hayatları olurdu. Rahata ererlerdi. Oysa rahatlamak Aşık Veysel’in “sadık yari”nde ancak.

Ne güzel maviliklerle avunuyor sardunya çiçekleri dert ayında. Üzüntüleri sıkıntıları soluyup karşılığında çiçek veriyor gibiler. Sakız pembesi, güvez, ebruli. Burası yağmurla birlikte yüzü koyun kapanmış tahta sandalyeler kordonu.
Sokak aralarında kaybolmak bazen eski Rum evleri gibi. Pejmürde duvarları bir fırtına bekliyor. Uzun pencerelerinin üst camından içeri orta çağ ışığı girmiş. Hep mi güzellik köhne kalır. Baykuş bilgeliği,
Viran ocak,
Vakur bekleyiş,
Asil yalnızlık.
Şehrin müzik kutusu olan bu evlere ne zaman dokunsam aklıma derinden bir ney sesi çalınır. Biraz çello...
Baloncular mutlu olmalı demiş miydim? Simitçiler de öyle. Sokaklarda ıslık çalar mutlu şehrin satıcıları.
Tahta köprü altında bekleyen gani gönüllü devrik Dumrul arkadaşımdır. Her kar yağdığında sandallar ona doğru yelkenlerini çırpar üşümesin diye. Üşenmesin diye ateş yakmaya. Çünkü bir öşür yevmiyesi var balık sandıklarında. Yevmiyesi balık sandıklarıyla hellespostan gelir ona.
Nasıl hasretsek artık erdeme bir yiğitlik, bir dürüstlük, bir içtenlik görsek sesimiz titriyor ağlamaklı...
Şehrin gemilerinin sirenleri karşı kıyıyı selamlıyor. Sirenler eskiden tiz bir anı gibi burnumu sızlatıyor. Boğazda acı lokma, yutakta ham ahlat gibi orada her zaman bekler durur.
Önceden olsa rüzgarın kokusundan bilirdim her meyvenin mevsimini. Şimdilerde ise erik kokuları gri evlerin balkonlarına takılı. Başımıza taç yaptığımız defne dalları, dileklerle papatyalar, patlamış mısır yüklü çiçeklenmiş badem dalları dağın ardında. Şu adam kaçtır aynı yerden geçiyor şu yıldız da öyle. İşinde gücünde sansın dostlar diye. Elleri cebinde yollara aylak, çocuklara yabancı. Kendine uzak...