Doktrinde egemenliğin gerçek ve asli sahibinin halk olduğu genel kabul görse de hakikat pek de öyle değildir. Hele ki günümüzün yönetim pratiklerine baktığımızda Küba ve burjuva demokrasisinin uygulandığı bazı “batı” ülkeleri hariç, halk iradesinin zerresinin bile yönetime yansımadığını ve sözünün hiçbir geçerliliğinin olmadığını görürüz. Ülkemiz seçimlerinde oynanan ayak oyunları ve seçilen belediyeler yerine kayyum atamaları, tüm adayların “tepede” belirlenip önümüze konulması vs. “demokrasimizin!” ne kadar içler acısı bir durumda olduğunun göstergesidir.
Biz verili durumun “böyle gelmiş, böyle gideceğine” inanmıyoruz. Tam aksine halk kendi hak ve sorumluluklarının bilincine varıp iktidarın gerçek ve asli sahibi olduğunun ayırdına vardığı gün, haramiler saltanatının köküne kibrit suyu dökülmüş demektir.
Toplumsal yaşamda güzel olan hiçbir şey kendiliğinden ortaya çıkıp gelişmiyor. Bugün küresel bazda insanlığın önündeki acil görev, demokrasinin toplumsallaştırılması ve toplumun da demokratikleşmesinin önünün açılmasıdır. Demokratik bir toplumsal yaşamı inşa etmek isteyenlerin takip edecekleri yolun en önemli unsuru; DEMOKRASİNİN TOPLUMSALLAŞTIRILMASIDIR. Demokrasinin toplumsallaştırıl-masını ise ancak DEMOKRATİK BİR ZİHNİYET gerçekleştirebilir. Kendisi demokrat olmayan bir zihniyetin demokrasinin toplumsallaştırılmasını gerçekleştirmesi mümkün müdür?
Peki demokrasinin toplumsallaştırılmasından ne anlamalıyız? Demokrasinin toplumsallaşması, toplumsal yaşamın her alanı ve yaşamın en ince kılcal damarlarına kadar demokratik teamül, kural ve kurumların nüfuz etmesi ve uygulanması demektir. Böylesi bir toplumda “çobanlara” ihtiyaç yoktur. Halk asli sahibi olduğu iktidar hakkını başkalarına devretmez. Dolayısıyla ideal demokratik toplumlarda yöneten ve yönetilen, ast ve üst, emreden ve emir alan, vekil ve asil diye bir şey yoktur. Herkes kendisinin hem yöneticisi ve hem de yönetilenidir. Dışarıdan başlarına bir “çobana” ihtiyaç duymadıkları içindir ki bu toplumlarda kişilikler ve öz denetim/oto kontrol en üst düzeyde geliştirilip uygulanır.
Bize göre ideal toplum, yöneten ve yönetilen ayrımının olmadığı, toplumun tüm bireylerinin eşit hak ve sorumluluklarla donatıldığı, üretim sürecine herkesin yetenekleri ve imkânları ölçüsünde katılıp, herkesin sadece ihtiyacı kadarını alıp tükettiği doğa ve dışımızdaki tüm canlılarla dost ve uyumlu bir yaşamın adıdır. Bu bir ütopya değil, asıl olması gereken ve çağımız insanına yakışan en doğru toplumsal yaşamdır. Günümüz koşullarında böylesi bir toplumsal yaşam, ancak örgütlü bir demokratik iradenin, fiili ve teorik düzeyde mevcut gidişata müdahalesiyle inşa edilebilir.
İster parlamento ve Cumhurbaşkanlığı, isterse yerel yönetim seçimlerinde olsun tüm adayların bile halkın oluru alınmadan “yukarıdan” 3-5 kişi tarafından belirlenip önümüze konulan bu “temsili ve taklidi demokrasiyi” ve onu yaratan kapitalist sistemi reddetmeden; onun yerine doğrudan demokrasi ve doğrudan demokratik katılımı savunup uygulayacak bir örgütlü irade oluşturulmadan demokrasinin toplumsallaştırılması ve toplumun demokratikleşmesinden yani ideal toplumdan bahsetmek hayal olur. Herkes bugünden kendi kapısının önünü temizlemeye başlarsa çok sürmez yaşadığımız tüm yaşam alanlarının temizlendiğine tanık olabiliriz.
Madem ki iktidarın gerçek ve asli sahibi halk yani bizleriz, bu hakkımız gasp edenlerden geri alıp vekilsiz ve temsilcisiz olarak doğrudan kullanmaktan imtina etmemeliyiz.
YAZARLAR
Yayınlanma: 23 Haziran 2023 - 09:00
Demokrasinin Toplumsallaşması ve Toplumun Demokratikleşmesi ya da İdeal Toplum
Doktrinde egemenliğin gerçek ve asli sahibinin halk olduğu genel kabul görse de hakikat pek de öyle değildir
YAZARLAR
23 Haziran 2023 - 09:00
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir