Türkiye’nin az sayıda önde gelen savaş muhabirlerinden ve aynı zamanda fotoğrafçı kimliği ile ön plana çıkan Hakan Kumuk emekli olduktan sonra Çanakkale’ye yerleşti. Meslek hayatında pek çok anısı, başarısı olan Kumuk mütevazılığını, ‘Aman canım çok da abartmayın. Sen de yaparsın ben de yaparım’ diyerek aslında özetlemiş de oluyor.
İnternetten kendisini araştırınca büyük bir heyecana kapıldım. Her röportajım ayrı bir heyecan verir ama meslek büyüğüm ile konuşmak beni ekstra heyecanlandırdı. Mesleğe 1985 senesinde başlayan Kumuk 6 Eylül 1986 yılında Neve Şalom Sinagog baskınını çeken ilk gazeteci olarak uluslararası ilk başarısını kazandı. Burada çektiği fotoğraflar başta Alman Stern dergisi olmak üzere dünyanın en büyük haber dergilerinde kapak oldu. PKK kamplarında röportajlar yapmayı başardı. 1994 yılında Saray Bosna savaşını izlemek üzere Bosna Hersek'de görev yaptı burada Sırp askerleri tarafından 17 gün esir alındı daha sonra serbest bırakıldı. 1996 yılında Çeçenler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotuna helikopterden atlayarak girdi ve gemi içinden çektiği görüntüleri tüm dünyaya ve Türkiye’ye geçmeyi başararak o yıl tüm gazetecilik ödüllerini aldı. 1997 yılında Kosova savaşını izledi.İki seneye yakın süre Endonezya da yaşadı. 2007 yılında Gazeteci arkadaşı Bengüç Özerdem ‘le birlikte, Güney Kutbu’na gitti. 88’nci paralelden 90.ncı paralele yani sıfır noktasına giderek Türk Bayrağı dikti ve ekip arkadaşı ile birlikte Güney Kutbuna giden ilk Türk olarak tarihe geçti.
İşte Hakan Kumuk ile yaptığımız o keyifli söyleşi… Ne zaman bu mesleğe başladınız? Savaş muhabiri olmak istiyor muydunuz?
Ben mesleğe 1985 yılında, Sabah Gazetesinin ilk sayısı ile başladım. Alaylı bir gazeteciyim. Fotoğraf tabii hobi dışında, bana yapışmış bir iş. Yıllardır fotoğraf çekerim. Çömez bir gazeteci olarak başladım. Getir götür, kölelikle yani. Yönetimimizdeki değerli ağabeylerimiz bu işi yalayıp yutmuş insanlar. Seni öyle bir yetiştiriyorlar ki farkında olmuyorsun. Çile çektim zannediyorsun, ama pişerek, bir işi öğrenerek başlıyorsun işe. Spor ve ekonomi bölümü hariç gazetenin her dalında çalıştım. Bir kere beni spor haberine gönderdiler korkunç bir hata yaptım. Dediler sonra seni bir daha buraya göndermeyeceğiz. Magazin yaptım. 2 sene hastanede polis muhabirliği yaptım. Haydarpaşa Numune Hastanesinde yatıp kalktım. Cep telefonları yoktu herkes ayrı bir noktada dururdu. Haber atlatmaya çalışırdık. 1991 Körfez Savaşı ile savaş muhabirliğine başladım. [caption id="attachment_47731" align="alignnone" width="396"] 080804-A-8725H-341
Iraqi children gather around as U.S. Army Pfc. Shane Bordonado patrols the streets of Al Asiriyah, Iraq, on Aug. 4, 2008. Bordonado is assigned to 2nd Squadron, 14th Cavalry Regiment, 25th Infantry Division. DoD photo by Spc. Daniel Herrera, U.S. Army. (Released)[/caption] Direkt savaşa atma değil, savaş muhabirliğinde öyle abartılacak bir durum yok. Savaş muhabiri dediğin adam bir yere gidiyor.
Riski var en azından.
Tamam biraz riskli ama her işin riski var. Bu biraz da yapıla alakalı bir şey. Ben hep söyledim, savaş muhabiri diye neonlara yazmanın bir anlamı yok. Bu işi sen de yaparsın, ben de yaparım o da yapar, problem değil. Yeter ki bunu yapabilecek hissiyatın olsun. Bizi herkes zanneder ki çok vahşi adamlarız. Hayır gayet de duygusal adamlarız. Korku denilen şeyi biliyoruz. Bunun için de önlem alıyoruz. Çok arkadaşımızın da tabi ağır ve sağlıklarını ilgilendiren hadise geçti. Gözünü kaybeden oldu, vurulan oldu. Bizim zamanımızda şimdikiler gibi, çok affedersin ama söyleyeceğim; çelik yelekler, miğferler takıp olay yerinden 10 km geride röportaj yapmalar yok. Körfez Savaşı’nda da, ‘Hakan gider misin?’ dediler. Ben de, ‘Olur’ dedim doğal olarak.
Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmadınız ama
Polis, istihbarat muhabirliği yapıyordum yalnızca. Güneydoğu’daki olayları takip ediyordum, gidiyordum. Benim PKK kamplarına gidip fotoğraf çekmişliğim var. Seviyorum biraz da adrenalini biliyor musun? Bir de en önemli özellik tarihe şahitlik etmek. Fotoğrafı da sevdiğim için tarihin bir saatinden, dakikasından alıp birine ulaştırmak, birilerinin görmesini sağlamak çok güzel bir şey. 12 SAAT SONRA İSRAİL’DEN TELEFON AÇABİLİYORDUM
İki kere evlendim ayrıldım. İki eşim de sağ olsunlar bu hayatıma ayak uyduramadılar, çünkü ben sabah evden çıktım mı 12 saat sonra İsrail’den telefon açabiliyordum. ‘Ben buradayım, kusura bakmayın, ne zaman döneceğim belli değil’ diye. İşimi çok seviyorum, ailemin de işime engel olmasını istemiyorum. Beni alan öyle aldı çünkü. Kabul edemediler, zor geldi insanlara gayet de haklıyım. Bana git dendiği anda fırt diye giderim.
Hatta sana çok komik bir de anımı anlatayım. Irak’tan döndüm 91 senesinde. 1 ay falan kaldım. Bağdat’tan göç ediyorlar, Bağdat bombalanıyor, Türkiye’ye giriyorlar o kargaşalığın içindeyiz. İstanbul’a döndüm. Akşam saat 7-8 olmuş, serviste kimse kalmamış. Benim masamın üzerinde de bir davetiye var, Vakko’nun davetiyesi. Bir defile var. Üstüm başım da nasıl pis. Az sonra şefim telefon açtı evinden. Dedi, ‘Hakan masandaki davetiyeyi gördün mü?’ ‘Gördüm’ dedim. ‘Oraya da bir eve giderken uğra’ dedi. Bir buçuk aydır Irak’tayım. Vakko’nun sahipleri de benim arkadaşlarım. Magazin dünyasından arkadaşlarım. Benim insan ilişkilerim de çok iyidir. Birisiyle tanıştım mı ilişkiyi kesmem, en azından bayramdan bayrama ararım. Gazetecinin en önemli hadisesi. İşin bittiği zaman bir daha asla tanımamazlık yapmayacaksın. Kim ne olacağı, nereye geleceği belli olmaz bu alemde. Neyse , dedim, ‘Abi bu halde nasıl Vakko’nun defilesine giderim?’ böyle yerlere giderken illa ki ya smokin giyerim ya da kravat takarım. ‘Gazeteci oralara böyle gider’ diye bir şeyi kabul etmiyorum. Üstümde de saçma sapan kıyafetler var. Bu halde Vakko’nun defilesine mi gidilir? ‘Ben anlamam’ dedi. ‘Fotoğraf’ dedi. Anlamazdı o zaman şefler, ama anlatırlardı. Ben söylenen otele gittim. Kokteyl yerine girişte de cihaz koymuşlar, arkadaşlarım giriyor, çıkıyor. Benim boynumda puşi falan var, görüntü çok kötü. Cem Bey gördü beni (Hakko) ‘Hakan neden gelmiyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Cem Bey bugün geldim ben Irak’tan. Üstüm başım çok kötü. Bu halimle girmeyeyim defileye, bana fotoğraf gönderin’ dedim. Otelin üst katında da Vakko’nun mağazası var. ‘Çık yukarıya, mağazadan ne istiyorsan giy, aşağı gel. Seni defilede göreceğim’ dedi.
Hadise komik ama çok ders verici bana göre. O adamın bana davranışı, benim o adama davranışım. Gittim giydim. Sonra o elbiseleri teslime götürdüm. Bana, ‘Onlar size hediye, almanız gerekiyor’ dediler. Bu gazeteciliğin böyle ne zaman ne olacağının belli olmadığı hadiseler. Planlanmamış hadiseler. Siyasileri takip ettim.
Siyasiler ile var mı akılda kalan anılarınız?
Siyasilerle komik anılarım var. Gazetelere çıkmıştır bunlar. Mesela ben Demirel’i çok severdim takip etmeyi, çünkü Demirel, -Ecevit de tabi öyle- gazetecileri çok severdi. Biz yemek yemeden, kendisi yemek yemezdi. Çok ciddiyim. İsmen hatırlardı herkesi. Suratından bir şeye bozulduğunu anlardı, hemen polislere ‘Çocukları rahat bırakın’ derdi, çünkü korumaları kraldan çok kralcı gözükecekler ya. Yine bir gün İstanbul’da bir konuşma yaptı sonra Mısır Çarşısının üst katında bir restoran var. Oraya gittik hep beraber, yemek yenecek. Kurban kesilmiş falan. Demirel’in alnına sürmüşler onu. Konfetiler patlamış. Masada gazeteci arkadaşlarım yemek yiyor, yardımcısı kalktı geldi, bir ıslak mendille Demirel’in kafasını silmeye başladı. Şak diye yapıştırdım fotoğrafı. ‘N’apıyorsun?’ dedi. Fotoğraf komik, ama hiçbir gazeteci çekmedi yemek yiyorlardı onlar.
Ya da çekilmemesi gerekiyordu diye mi düşündüler?
Çekilmemesi diye bir şey yok. Böyle bir fotoğraf dünyanın her yerinde çekilir. Bir liderin yanındaki adam ıslak bezle kafasını, öyle bir ortamda siliyorsa çekilir. Diğerleri yemekle meşguller. Bazı şeyleri izlemek lazım. Son dakikaya kadar izlerdim. Görmek için bakmak gerekiyor. Fotoğraf çekiyorsun, çünkü bir şey anlatmalı o fotoğraf. Kocaman çıktı gazetede manşet olarak, ‘Babaya kafa temizliği’ diye. Çanakkale’ye yolunuz nasıl düştü?
İstanbul’dan geldim. Ben aslen Dağıstanlıyım, Kafkasyalıyım. Soy ismim Kumuk. Dağıstan’ın Kumuk Türklerinden. Çeçenlerle aram iyidir. İstanbul beni artık maddi manevi bitirdi. Annemi babamı kaybettim orada kimsem kalmamıştı, bir yerlere gitmek istiyordum. Daha önce gelmiş miydiniz Çanakkale’ye?
Geldim. Ben bütün şehirlere gelirdim. 18 Mart’taki törenlere gelirdim. Burada rahmetli, çok sevdiğim dostum Orhan Mutay Günaydın Gazetesinin temsilcisiydi. İlk geldim buraya 15 gün gidemedim yanına, sonra vefat etti. O zaman hep o beni karşılardı, beraber bir şeyler yapardık. Burada bir dostum vardı çağırdı beni. ‘Gel seni bir hafta misafir edeyim’ dedi. Geldim 29 Ekim haftasına geldi o hafta da. Bayram sabahı seyrediyorum, manzara çok güzel aşağıda tören hazırlıkları yapılıyor. Aşağı indim, gezmeye başladım. Gezerken bir çifti 70 yaşlarında falan kol kola geliyorlar. Bana bakarak, gülerek geliyorlar. ‘Birine mi benzetiyorlar acaba?’ dedim. Arkama baktım kimse yok bana geliyorlar. Adam gülerek geldi, elini uzattı, ‘Cumhuriyet Bayramı’nız kutlu olsun beyefendi’ dedi. Hayatımda ilk defa benim Cumhuriyet Bayramı’mı kutladı birisi. Bir insan Cumhuriyet Bayramı’nı kutladığı zaman orada benim fünyemin tetiğini çekti. Dedim, ‘Bu nasıl şehir. Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayacak insanlar var’ ‘Teşekkür ederim’ dedi. Arkadaşıma da, ‘Ben Çanakkale’ye yerleşeceğim’ dedim. 10 gün sonra da taşındım. BİR KARE FOTOĞRAF İÇİN 1 HAFTA BEKLEDİĞİMİ BİLİYORUM
Fotoğraf ile ilgili kurs vermeyi düşündünüz mü hiç?
Öğretmek apayrı bir şey. Şimdiki insanlar çok sabırsız. Fotoğraf sabır işi. Bir fotoğraf için 1 hafta beklediğimi bilirim. Bin kere çekme şansım vardı.
Neyi çekmek için beklediniz 1 hafta?
Bir mezar taşı çekmek için. Benim öyle bir serim vardı. 1 hafta o ışığı bekledim. Sabaha karşı hafif sisle beraber vurmuş, eski bir mezar taşı.
Photoshop ile uğraşmak istemediniz
Photoshop ile uğraşsam zaten yaparım. Onu o hali ile çekmek esas güzel. Yaparsın ama photoshop ile yapmış olursun. Ben yurtdışına da fotoğraf satıyordum. Orada photoshop pek geçerli değil, çünkü photoshopu okuyorlar makine ile. Şu kadar photoshop ile yapılmış fotoğraf diye. Ben National Geographic’e gönderiyordum. Birkaç sene önce Türkiye’de National Geographic’e beş yıl içerisinde gönderilen on binlerce fotoğraf arasından ilk 50’ye seçildim, bir kare fotoğrafım ile, ama dediler ki fotoğrafı ham göndereceksin. Gönderdim ham halini. Özel kitapçık yaptılar aralarında benim de fotoğrafım da var.
Devam edecek…
İnternetten kendisini araştırınca büyük bir heyecana kapıldım. Her röportajım ayrı bir heyecan verir ama meslek büyüğüm ile konuşmak beni ekstra heyecanlandırdı. Mesleğe 1985 senesinde başlayan Kumuk 6 Eylül 1986 yılında Neve Şalom Sinagog baskınını çeken ilk gazeteci olarak uluslararası ilk başarısını kazandı. Burada çektiği fotoğraflar başta Alman Stern dergisi olmak üzere dünyanın en büyük haber dergilerinde kapak oldu. PKK kamplarında röportajlar yapmayı başardı. 1994 yılında Saray Bosna savaşını izlemek üzere Bosna Hersek'de görev yaptı burada Sırp askerleri tarafından 17 gün esir alındı daha sonra serbest bırakıldı. 1996 yılında Çeçenler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotuna helikopterden atlayarak girdi ve gemi içinden çektiği görüntüleri tüm dünyaya ve Türkiye’ye geçmeyi başararak o yıl tüm gazetecilik ödüllerini aldı. 1997 yılında Kosova savaşını izledi.İki seneye yakın süre Endonezya da yaşadı. 2007 yılında Gazeteci arkadaşı Bengüç Özerdem ‘le birlikte, Güney Kutbu’na gitti. 88’nci paralelden 90.ncı paralele yani sıfır noktasına giderek Türk Bayrağı dikti ve ekip arkadaşı ile birlikte Güney Kutbuna giden ilk Türk olarak tarihe geçti.
İşte Hakan Kumuk ile yaptığımız o keyifli söyleşi… Ne zaman bu mesleğe başladınız? Savaş muhabiri olmak istiyor muydunuz?
Ben mesleğe 1985 yılında, Sabah Gazetesinin ilk sayısı ile başladım. Alaylı bir gazeteciyim. Fotoğraf tabii hobi dışında, bana yapışmış bir iş. Yıllardır fotoğraf çekerim. Çömez bir gazeteci olarak başladım. Getir götür, kölelikle yani. Yönetimimizdeki değerli ağabeylerimiz bu işi yalayıp yutmuş insanlar. Seni öyle bir yetiştiriyorlar ki farkında olmuyorsun. Çile çektim zannediyorsun, ama pişerek, bir işi öğrenerek başlıyorsun işe. Spor ve ekonomi bölümü hariç gazetenin her dalında çalıştım. Bir kere beni spor haberine gönderdiler korkunç bir hata yaptım. Dediler sonra seni bir daha buraya göndermeyeceğiz. Magazin yaptım. 2 sene hastanede polis muhabirliği yaptım. Haydarpaşa Numune Hastanesinde yatıp kalktım. Cep telefonları yoktu herkes ayrı bir noktada dururdu. Haber atlatmaya çalışırdık. 1991 Körfez Savaşı ile savaş muhabirliğine başladım. [caption id="attachment_47731" align="alignnone" width="396"] 080804-A-8725H-341
Iraqi children gather around as U.S. Army Pfc. Shane Bordonado patrols the streets of Al Asiriyah, Iraq, on Aug. 4, 2008. Bordonado is assigned to 2nd Squadron, 14th Cavalry Regiment, 25th Infantry Division. DoD photo by Spc. Daniel Herrera, U.S. Army. (Released)[/caption] Direkt savaşa atma değil, savaş muhabirliğinde öyle abartılacak bir durum yok. Savaş muhabiri dediğin adam bir yere gidiyor.
Riski var en azından.
Tamam biraz riskli ama her işin riski var. Bu biraz da yapıla alakalı bir şey. Ben hep söyledim, savaş muhabiri diye neonlara yazmanın bir anlamı yok. Bu işi sen de yaparsın, ben de yaparım o da yapar, problem değil. Yeter ki bunu yapabilecek hissiyatın olsun. Bizi herkes zanneder ki çok vahşi adamlarız. Hayır gayet de duygusal adamlarız. Korku denilen şeyi biliyoruz. Bunun için de önlem alıyoruz. Çok arkadaşımızın da tabi ağır ve sağlıklarını ilgilendiren hadise geçti. Gözünü kaybeden oldu, vurulan oldu. Bizim zamanımızda şimdikiler gibi, çok affedersin ama söyleyeceğim; çelik yelekler, miğferler takıp olay yerinden 10 km geride röportaj yapmalar yok. Körfez Savaşı’nda da, ‘Hakan gider misin?’ dediler. Ben de, ‘Olur’ dedim doğal olarak.
Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmadınız ama
Polis, istihbarat muhabirliği yapıyordum yalnızca. Güneydoğu’daki olayları takip ediyordum, gidiyordum. Benim PKK kamplarına gidip fotoğraf çekmişliğim var. Seviyorum biraz da adrenalini biliyor musun? Bir de en önemli özellik tarihe şahitlik etmek. Fotoğrafı da sevdiğim için tarihin bir saatinden, dakikasından alıp birine ulaştırmak, birilerinin görmesini sağlamak çok güzel bir şey. 12 SAAT SONRA İSRAİL’DEN TELEFON AÇABİLİYORDUM
İki kere evlendim ayrıldım. İki eşim de sağ olsunlar bu hayatıma ayak uyduramadılar, çünkü ben sabah evden çıktım mı 12 saat sonra İsrail’den telefon açabiliyordum. ‘Ben buradayım, kusura bakmayın, ne zaman döneceğim belli değil’ diye. İşimi çok seviyorum, ailemin de işime engel olmasını istemiyorum. Beni alan öyle aldı çünkü. Kabul edemediler, zor geldi insanlara gayet de haklıyım. Bana git dendiği anda fırt diye giderim.
Hatta sana çok komik bir de anımı anlatayım. Irak’tan döndüm 91 senesinde. 1 ay falan kaldım. Bağdat’tan göç ediyorlar, Bağdat bombalanıyor, Türkiye’ye giriyorlar o kargaşalığın içindeyiz. İstanbul’a döndüm. Akşam saat 7-8 olmuş, serviste kimse kalmamış. Benim masamın üzerinde de bir davetiye var, Vakko’nun davetiyesi. Bir defile var. Üstüm başım da nasıl pis. Az sonra şefim telefon açtı evinden. Dedi, ‘Hakan masandaki davetiyeyi gördün mü?’ ‘Gördüm’ dedim. ‘Oraya da bir eve giderken uğra’ dedi. Bir buçuk aydır Irak’tayım. Vakko’nun sahipleri de benim arkadaşlarım. Magazin dünyasından arkadaşlarım. Benim insan ilişkilerim de çok iyidir. Birisiyle tanıştım mı ilişkiyi kesmem, en azından bayramdan bayrama ararım. Gazetecinin en önemli hadisesi. İşin bittiği zaman bir daha asla tanımamazlık yapmayacaksın. Kim ne olacağı, nereye geleceği belli olmaz bu alemde. Neyse , dedim, ‘Abi bu halde nasıl Vakko’nun defilesine giderim?’ böyle yerlere giderken illa ki ya smokin giyerim ya da kravat takarım. ‘Gazeteci oralara böyle gider’ diye bir şeyi kabul etmiyorum. Üstümde de saçma sapan kıyafetler var. Bu halde Vakko’nun defilesine mi gidilir? ‘Ben anlamam’ dedi. ‘Fotoğraf’ dedi. Anlamazdı o zaman şefler, ama anlatırlardı. Ben söylenen otele gittim. Kokteyl yerine girişte de cihaz koymuşlar, arkadaşlarım giriyor, çıkıyor. Benim boynumda puşi falan var, görüntü çok kötü. Cem Bey gördü beni (Hakko) ‘Hakan neden gelmiyorsun?’ dedi. Ben de, ‘Cem Bey bugün geldim ben Irak’tan. Üstüm başım çok kötü. Bu halimle girmeyeyim defileye, bana fotoğraf gönderin’ dedim. Otelin üst katında da Vakko’nun mağazası var. ‘Çık yukarıya, mağazadan ne istiyorsan giy, aşağı gel. Seni defilede göreceğim’ dedi.
Hadise komik ama çok ders verici bana göre. O adamın bana davranışı, benim o adama davranışım. Gittim giydim. Sonra o elbiseleri teslime götürdüm. Bana, ‘Onlar size hediye, almanız gerekiyor’ dediler. Bu gazeteciliğin böyle ne zaman ne olacağının belli olmadığı hadiseler. Planlanmamış hadiseler. Siyasileri takip ettim.
Siyasiler ile var mı akılda kalan anılarınız?
Siyasilerle komik anılarım var. Gazetelere çıkmıştır bunlar. Mesela ben Demirel’i çok severdim takip etmeyi, çünkü Demirel, -Ecevit de tabi öyle- gazetecileri çok severdi. Biz yemek yemeden, kendisi yemek yemezdi. Çok ciddiyim. İsmen hatırlardı herkesi. Suratından bir şeye bozulduğunu anlardı, hemen polislere ‘Çocukları rahat bırakın’ derdi, çünkü korumaları kraldan çok kralcı gözükecekler ya. Yine bir gün İstanbul’da bir konuşma yaptı sonra Mısır Çarşısının üst katında bir restoran var. Oraya gittik hep beraber, yemek yenecek. Kurban kesilmiş falan. Demirel’in alnına sürmüşler onu. Konfetiler patlamış. Masada gazeteci arkadaşlarım yemek yiyor, yardımcısı kalktı geldi, bir ıslak mendille Demirel’in kafasını silmeye başladı. Şak diye yapıştırdım fotoğrafı. ‘N’apıyorsun?’ dedi. Fotoğraf komik, ama hiçbir gazeteci çekmedi yemek yiyorlardı onlar.
Ya da çekilmemesi gerekiyordu diye mi düşündüler?
Çekilmemesi diye bir şey yok. Böyle bir fotoğraf dünyanın her yerinde çekilir. Bir liderin yanındaki adam ıslak bezle kafasını, öyle bir ortamda siliyorsa çekilir. Diğerleri yemekle meşguller. Bazı şeyleri izlemek lazım. Son dakikaya kadar izlerdim. Görmek için bakmak gerekiyor. Fotoğraf çekiyorsun, çünkü bir şey anlatmalı o fotoğraf. Kocaman çıktı gazetede manşet olarak, ‘Babaya kafa temizliği’ diye. Çanakkale’ye yolunuz nasıl düştü?
İstanbul’dan geldim. Ben aslen Dağıstanlıyım, Kafkasyalıyım. Soy ismim Kumuk. Dağıstan’ın Kumuk Türklerinden. Çeçenlerle aram iyidir. İstanbul beni artık maddi manevi bitirdi. Annemi babamı kaybettim orada kimsem kalmamıştı, bir yerlere gitmek istiyordum. Daha önce gelmiş miydiniz Çanakkale’ye?
Geldim. Ben bütün şehirlere gelirdim. 18 Mart’taki törenlere gelirdim. Burada rahmetli, çok sevdiğim dostum Orhan Mutay Günaydın Gazetesinin temsilcisiydi. İlk geldim buraya 15 gün gidemedim yanına, sonra vefat etti. O zaman hep o beni karşılardı, beraber bir şeyler yapardık. Burada bir dostum vardı çağırdı beni. ‘Gel seni bir hafta misafir edeyim’ dedi. Geldim 29 Ekim haftasına geldi o hafta da. Bayram sabahı seyrediyorum, manzara çok güzel aşağıda tören hazırlıkları yapılıyor. Aşağı indim, gezmeye başladım. Gezerken bir çifti 70 yaşlarında falan kol kola geliyorlar. Bana bakarak, gülerek geliyorlar. ‘Birine mi benzetiyorlar acaba?’ dedim. Arkama baktım kimse yok bana geliyorlar. Adam gülerek geldi, elini uzattı, ‘Cumhuriyet Bayramı’nız kutlu olsun beyefendi’ dedi. Hayatımda ilk defa benim Cumhuriyet Bayramı’mı kutladı birisi. Bir insan Cumhuriyet Bayramı’nı kutladığı zaman orada benim fünyemin tetiğini çekti. Dedim, ‘Bu nasıl şehir. Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayacak insanlar var’ ‘Teşekkür ederim’ dedi. Arkadaşıma da, ‘Ben Çanakkale’ye yerleşeceğim’ dedim. 10 gün sonra da taşındım. BİR KARE FOTOĞRAF İÇİN 1 HAFTA BEKLEDİĞİMİ BİLİYORUM
Fotoğraf ile ilgili kurs vermeyi düşündünüz mü hiç?
Öğretmek apayrı bir şey. Şimdiki insanlar çok sabırsız. Fotoğraf sabır işi. Bir fotoğraf için 1 hafta beklediğimi bilirim. Bin kere çekme şansım vardı.
Neyi çekmek için beklediniz 1 hafta?
Bir mezar taşı çekmek için. Benim öyle bir serim vardı. 1 hafta o ışığı bekledim. Sabaha karşı hafif sisle beraber vurmuş, eski bir mezar taşı.
Photoshop ile uğraşmak istemediniz
Photoshop ile uğraşsam zaten yaparım. Onu o hali ile çekmek esas güzel. Yaparsın ama photoshop ile yapmış olursun. Ben yurtdışına da fotoğraf satıyordum. Orada photoshop pek geçerli değil, çünkü photoshopu okuyorlar makine ile. Şu kadar photoshop ile yapılmış fotoğraf diye. Ben National Geographic’e gönderiyordum. Birkaç sene önce Türkiye’de National Geographic’e beş yıl içerisinde gönderilen on binlerce fotoğraf arasından ilk 50’ye seçildim, bir kare fotoğrafım ile, ama dediler ki fotoğrafı ham göndereceksin. Gönderdim ham halini. Özel kitapçık yaptılar aralarında benim de fotoğrafım da var.
Devam edecek…