Yağız Yılmaz'ın kaleminden...
"Son röportajım bu, sana nasipmiş." diyordu gülerekten, "Hayır!" diyordum, inanmasına da inanmama da izin vermeyerekten. Aylar geçti üzerinden hala inanamıyorum...
İşte gün batımı, işte birazdan akşam. Safkan bir aktristi kaybettik... Anlatmak isterken onu, dakikalardır sadece kekelediğimin farkındayım. O uçsuz bucaksız sahne dehasını, o has oyuncuyu sözcüklere dökmek o kadar zor ki. Açık kalmış pencereden tüller dışarıya uçuşmakta. O ses, kenarları yıpranmış fotoğraflar, afişler, replikler, bir gövdeye sığdırdığı yüzlerce biyografi, nasıl desem, sanki hayatın her yerinde inceden bir sızı var şu an. Tülay Bilginer çok haklı: “Geride nefes bırakan hiç kimse ölmüyor.”
Ve de bana hatıra bıraktığı içimi yakan o güzel sözleri...
"Bak evlat! Bu yaptığımız şey sondur, en değerlisidir. Şu an imza attığın iş benim son röportajım, derslerde ve tarihte gösterilecek son kaynaktır. Sen bu genç yaşında böyle bir işe imza attın. Türk Tiyatrosu bu genç yaşında sana çok şey borçlu bunu bilesin. İyi ki varsın!" Amansız bir hüzün içerisindeyim. Kelimeler kifayetsiz! Röportaj için karar aldığımız o günde içimde oluşan heyecanım, anlattığı her bir kelime, sarf ettiği nice cümle, fütursuz neşem aklımdan bir an olsun kaybolmuyor… Peki ya o? O dev Yıldız Kenter, kayboldu mu sahi? Yok! Kutup Yıldızı o kaybolmaz…
Güle güle büyük usta, güle güle canımın içi öğreticim, sohbetine doyamadığım kadın... Güle güle... Yaktığın ışıklar yolunu hep aydınlatsın!
(06.05.19)
YILDIZ KENTER’İN SANAT HAYATINDAKİ SON RÖPORTAJI
PEKİ ONLAR ‘’SANATÇI’’ İSE YILDIZ KENTER NEDİR?
Tiyatroya adanmış bir hayat... Yutulmuş sonsuz sahne tozları... Ve tiyatro ile soluklanan bir güzel insan... Uzamda ve zamanda sürekli parlayan bir yıldız: Yıldız Kenter!
Yaşamı tüm renkleriyle yakalamış ve sahnenin merkezine yerleştirmiş güçlü bir sanatçı olan; Tiyatro'nun Kraliçesi Yıldız Kenter'in hayatı, salt ışıl ışıl bir yıldız olduğu için değil, bu ülkenin kültür ve sanatla pek de barışık olmayan ikliminde bir özel tiyatronun mücadeleli tırmanışını, bugün yüzleşmekte olduğu sorunları yansıttığı içinde önemlidir. Yıldız Kenter büründüğü her rolde mucizeler yaratarak çoğalmış bir dehadır. Tiyatroların gün gelip panayıra, sirke döndüğü yıllarda bile o hep mağrur ve ödün vermez bir sanatçı olarak kalmıştır; sanat denen meşakkatli yolda. Asla ve asla düzeysizliğe gönül indirmemiş ve baş eğmemiştir. Hatırlatmak isterim ki; Yıldız Kenter, insanların kendilerine sahte unvanlar bahşettikleri bir dönemde, bir dünya sanatçısı olarak kalmıştır. Gerçi şimdilerde de ne yazık ki aynı suyun içinde yüzünler var... Geçmişin bugünü, bugünün geçmişi… Örneğin herkes her şey yapıyor, yapabiliyor. Şarkı söylüyor, film çekiyor, podyumdan tiyatro sahnelerine, televizyon dizilerine sıçrıyor, sunuculuğu deniyor, hatta kitap yazıyor veyahut köşe yazarı oluveriyor… Ve en kötüsü ‘sanatçıyım’ diyebiliyor.
Peki onlar ‘sanatçı’ ise Yıldız Kenter nedir?
Sahne dehası?
Tek diva?
Ordinaryüs?
Tanımlamak elbette çok zor. Çünkü o Yıldız Kenter. Çağına meydan okuyabilen, erişilmez olan, toplum olarak sadece borçlu olduğumuz Yıldız Kenter. O böylesi çorak bir sanat ikliminde adeta tırnaklarıyla kazıyarak, oyunculuğun ötesinde çok önemli bir adım atarak, ilk özel tiyatro binasını, Kenter Tiyatrosu'nu inşa etmek için 1960'larda elini taşın altına koyan kişidir. Elbette tüm uğraşlarında en büyük destekçileri kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör olmuştur. Bu güzel insanların el birliği ile ülkemize sanat adına katmış olduğu değerleri ne mutlu ki say say bitiremeyiz... Dikmen Gürün, Yıldız Kenter'in hayat hikayesini ele aldığı "Tiyatro Benim Hayatım" isimli kitabında Yıldız Kenter için şöyle diyor: "Yıldız Kenter, benim gözümde kıraç bir iklimde yetişmesi kolay olmayan nadide bir ağaç. Yeşil dallarıyla narin ama sağlam bir ağaç... Bu dallar onun öğrencilerine, yetiştirdiği sanatçılara, seyircilerine uzanıyor... Evet, o, mükemmel bir hoca aynı zamanda... Ne kadar çok sanatçıya örnek olmuş, alan açmış, onlarla aynı sahneyi paylaşmış ve bundan büyük bir keyif almanın ötesinde onur duyduğunu söylemiş. Hocaların hocası Yıldız Kenter, var olsun!"
Ne de güzel bir benzetme yapmış Kıymetli Dikmen Gürün... Kalemine sağlık!
Şimdilerde ise o nadide ağacın gölgesi altına siz değerli okurlarımı almak üzere Tiyatro'nun Kraliçesi Yıldız Kenter ile buluşup, güzel olduğuna inandığım bir sohbet derlemesi/röportaj gerçekleştirdim...
Yıldız Hoca ile sohbete geçmeden önce kendisinden dinlemeyi çok sevdiğim ve kendisinin de çok sevdiğini bildiğim Dr. Metin Vural'dan "Nisan'a Kaç Var" şiirini sizlerle paylaşmak istiyorum. Nasıl mı? Sayfanın sol alt köşesinde bulunan kare kodu telefonlarınıza okutarak Yıldız Kenter'in naif sesinden bu şiiri dinleyebilir, böylece az sonra okuyacağınız sohbetimizde Yıldız Hoca'nın sesine aşina olabilirsiniz...
Ve Yıldız Kenter!
Anna, Kraliçe Gertrude, Yelena Sergeyevna, Kınar Hanım, Ayşe Yıldız, Kraliçe Lear, Lady Frederick, Maria, Hanım ve dahası...
“AŞK HER YERDE, HER ŞEYDE!’’
Değerli Yıldız Hanım, okuduğunuz şiirin ana teması bildiğim kadarıyla aşk... Öncelikle sesinize sağlık! Bu şiiri dinlerken gözümün önünden yazmış olduğunuz ve sahnelediğiniz: "Hep Aşk Vardı" isimli tiyatro oyununuz geçmedi değil. Bu harikulade eserinize dokunmak isterim… Kendi hayatınızı oyunlaştırarak sahneye taşıdığınız bu eserin çıkış noktası nedir?
Biliyorsun ki bu oyun aslında bir kitap olarak basıldı... Ve anılar kitabı söz konusu olunca da, yazarken, oyuncu açgözlülüğüm ağır bastı. ‘‘Ben bunu niye oynamıyorum?’’ dedim ve kitabı oyuna dönüştürdüm. Kitap ertelendi, böyle bir yaşam öyküsü çıktı. Tabii bunda çeşitli faktörler var. Birincisi, bu benim anneme teşekkür, annemi hatırlama, tanıtma ve ben yaşadığım kadar yaşatma çabam. Ben bu oyunda üç cumhuriyet kuşağını ele almak istedim. Üç can, üç aşk, üç kavga, nefret, başarı, başarısızlık ve Türkiye’nin biraz sislice ekonomik ve toplumsal panoraması…
Peki ya oyunun ismi? Özgün bir çıkış noktası var mıdır?
Elbette… Aşk her yerde, her şeyde... Açan bir çiçekte, esen rüzgarda, bir bakışta, tebessümde… Yani yeni bir şey değil hep aşk vardı. Bu aşkı bize anne ile baba öğretti. Bu yüzden onları hep aşkla arıyorum. Her yaptığımda sevgiye dair bir şey bulmak, her gördüğümde sevgiye dair bir şey görmek, işitmek ve kendini tanıyorsan eğer başkalarını iyi tanıyabilmek ve başkalarını hoş görebilmek, affedebilmek... Oyunun ismi de anlattığım gibi görmüş olup, dolduğum aşk çemberinden çıkmış olsa gerek...
“İNSANLAR OYUNCU DOĞARLAR, OYUNCU ÖLÜRLER”
Anladığım kadarıyla aşk sizin hayatınız için büyük bir imge halinde. Hazır aşktan konu açılmışken Terazi burcu olduğunuzu da okurlarımıza hatırlamamızda fayda var.(Gülüyoruz.) Yıllar önce bir röportajınızda okumuştum... ‘’İyi bir tiyatrocuda olmazsa olmaz dediğim şey aşktır" diye. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Neye bağlayacağım elbette sahne aşkına... Öyle kutsal bir şey ki! Sen bilirsin… Aşkla sahneyi bütünleştirecek olursak da; unutmayın aşk olmazsa meşk olmaz. (Gülüyor) Aşk varsa her tiyatrocu mutlaka doğru yolu bulacaktır. Aslında her insan için geçerlidir bu… Çünkü her insan biraz oyuncudur. Geçmişten bugüne, yarından öte…
Nasıl yani?
E öyle değil mi? İnsan çocukluğundan başlamaz mı oyunculuğa? İstediği bir şeyi aldıracağı zaman yalandan ağlamaz mı? Veyahut yaşlandığımızda… İyi değilken iyi gibi, çok iyiyken de hastaymışız gibi yapmaz mıyız çoğu zaman? Anlayacağın yavrucuğum, insanlar oyuncu doğarlar, oyuncu ölürler. Senin benim gibilerde bu yeteneğinin farkına varır gün yüzüne çıkartmak ister ve bir meslek haline büründürürler.
Ne güzel bir örnek, büyüleyici… Şükürler olsun tiyatroya ki sizin gibi bir dehadan ders niteliğinde bu örnekleri alıyor ve tiyatral hayatımıza anlam kazandırıyoruz. Hazır anlam ve tiyatro demişken; tiyatro sanatının sizin için tek kelime ile anlamı nedir?
Dünya! Oksijenine, tabiatına, yeşilliklerine ve insanlarına ihtiyacımız olan bir dünya…
“TİYATRO; İNSANI İNSANA YAKLAŞTIRIR,
BENİM HEP İNSAN KALMAMI SAĞLADI’’
Yine harika bir örnek… İhtiyaç dediniz, ihtiyaç üzerinden yola çıkmak istiyorum… Anatoli Vassiliev Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’nde “Niçin ihtiyacımız var tiyatroya?” diye soruyor. Bu sorunun cevabını herkes bir de sizden duysun istiyorum...
Memnuniyetle… Tiyatro, insanın kafasını açmak için gerekli bir ihtiyaç. İnsana dünyayı göstermek, değişik insanları anlatmak, onların ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, nasıl davrandıklarını göstermek için gerekli. Tiyatro insanı insana yaklaştırır. En çok da insana insanı sevdirmek için gereklidir. İnsanı insanlığına da yaklaştırıyor. Çok doğru… Günümüzde çoğumuz çok uzağına düştük maalesef insanlığımızın...
Maalesef öyle… Oysa tiyatro, müthiş bir kültür ocağı. Öğretici, besleyici ve sevecen bir kaynak. Kendi adıma konuşacak olursam; tiyatro benim hep insan kalmamı sağladı. Öyle bir ailenin çocuğuydum ki zaten başka türlü olamazdım ama tiyatro insan kalmamı perçinledi, aşkla büyümemi sağladı.
Peki ya insanlarımızın tiyatroya yaklaşımı üzerine söylemek istedikleriniz var mı?
Türkiye’de genellikle tiyatro hafife alınmaktadır. Tiyatro insanlar tarafından eğlence olarak görülmektedir; sanattan ziyade. Sıkça duyduğumuz; ‘’Gidelim güleriz belki!’’ lafı iyi bir reklamdır. Oysa tiyatro bir kitaptır, felsefedir, danstır, müziktir, estetik ve insandır.
“MESCİT YA DA CAMİ YERİNE BİRAZ DA TİYATRO AÇSINLAR”
Devletin sanata verdiği desteğin yeterliliği hakkında ne dersiniz?
Devletin tiyatroya bakacak hali mi var? Bir mucize olacak ki mescit ya da cami yerine biraz da tiyatro açacaklar. Çocuklar da oynayıp içlerini, kafalarını, yüreklerini boşaltacaklar. Ah! (İç çekiyor) Tiyatroyla terapi yapmak bizde nerede daha! Ama bazı gençlerimiz var tıpkı zamanında Kenter Tiyatrosu’nu kurarken sizin yaptığınız gibi kendi mücadeleleriyle açıyorlar o sahneleri. Bilardo salonlarını, ekmek fırınlarını tiyatro sahnelerine çeviriyorlar. Gurur duyuyorum hepsiyle!
Ben de! Tiyatroyu ellerinde değil, kafalarında, yüreklerinde taşıdıklarını görünce çok mutlu oluyorum. Türkiye’de tiyatro oyunculuğu gayet ileri seviyelerde. O kadar çok yetenekli insan var ki... O insanlara çok geniş sahalar açılması lazım, maalesef açılamıyor. Gençler, çocuklar öyle güzel, o kadar yenilikçi çalışmalar yapıyorlar ki... Ama maalesef sergileyecek yerleri olmuyor. Bizim de mesela İngiltere’deki gibi seyirciyi rahat rahat oturtacağımız, içinde sergiler, kütüphaneler bulunan güzel, medeni mekânlarımız olsa... Devlet bilhassa özel tiyatroları kendi kaderlerine terk etmese, bu tiyatroları doğru dürüst desteklemenin bir zorunluluk olduğunun farkına varsa, seyirci yetiştirmenin bir kültür meselesi olduğunu kabul etse, bugün yaşanmakta olan sorunların çoğu yaşanmaz.
“MUHSİN BEY GİBİ BİR ADAMA…”
Cümlelerinizin arasında kaybolurken Kenter Tiyatrosu’nda halen güzel bir köşesi olan Muhsin Ertuğrul geldi aklıma… Bu bir vefa olsa gerek. Ondan bahsetmek ve kendisi ile ilgili yıllar boyu konuşulan bir olayı sizden öğrenmek, hatırlamak isterim… Biliyorsunuz ki Muhsin Ertuğrul yakışıksız bir biçimde işinden uzaklaştırılmıştı siz de bunun üstüne Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılıp İstanbul’a gelmiştiniz…
Hatırlatman güzel oldu, son röportajımda bu konu üzerine konuşmasaydım içimde ukde kalırdı… Yıllar yıllar önceydi, Muhsin Bey’i tatsız bir biçimde işten çıkardılar. Niye böyle yapıyoruz anlamıyorum. Aynı şeyi bende yaşadım; biliyorum. Muhsin Bey gibi bir adama; koşullar şöyle şöyle gelişti, durum budur, sizinle çalışamayacağız çok üzgünüz demek varken… Utandıkları için o utancı derine batırıyorlar, koyulaştırıyorlar. Utanılacak bir şeyde değil yani. Bir pusula bırakıyorlar sadece. Ben de maaşımı almaya gidiyorum, bana kimse bir şey söylemiyor. Size maaş yok bu ay diyorlar. Aynı şeyi adını veremeyeceğim bir üniversiteyle yaşadım yine… Bana bir teklif geldi. Ben bu teklifi değerlendirmek istedim. Çünkü inan tiyatrodan bir şey, bir maaş almıyoruz. Sekiz senedir durum böyle... E hal böyle olunca gittim dekanıma böyle böyle bir durum var, izin verir misiniz diye sordum. Tabii, siz bize bağlı değilsiniz dedi. Yani ben emekli olmuşum, geçici sözleşmelerle çalışıyorum orada. Başladım çalışmaya fakat okulda disiplin adına hiçbir şey yok. Gidiyorsunuz derse, çalışacak mekan yok. Niye tiyatro bölümü açtılar bilmiyorum. Fazla öğrencide yok... E hadi para kazanmak için açtıklarını varsaysak... Sonra ben bir randevu istedim, böyle devam ederse ben buraya gelmek istemiyorum diyeceğim. Bunu öğrencilerime de söyledim. Herhalde bu biraz yayıldı. Benden önce onlar son verdiler Mehmet'le (Birkiye) benim işime. Mehmet'e mail atmışlar. Benim ise hiç haberim yok, öğrencilerimden öğrendim. Ne kadar çirkin! Hazmedemedim bunu, bayağı ağır bir mektup yazdım, yolladım... Yıllar geçti, hala cevap yok…
Dolayısıyla Kent Oyuncuları'nın kurulmasına vesile oluyor bu vefasızlık.
Tabii tabii vesile o oldu. Yoksa bizim İstanbul'a geleceğimiz yoktu. Biz orada çok sıkı çalışıyorduk. Düşünüyorum şimdi ‘Finten’ ve ‘Yağmurcu’ yu oynuyorum. Turneye gidiyoruz ‘Yağmurcu’ yla geliyorum iki oyun ‘’Finten’’ oynuyorum. Ertesi gün yeniden… Ve ertesi gün turne yolları. Muhsin Bey hazırlamış bizi bu hayata dedim kendi kendime. Çünkü biz üç sene, haftada on iki oyun oynadık; matine, suare. Bir gün tatilimiz vardı. Bana ara sıra tiyatroyu yaptırmak için pişmanlık duydunuz mu diyorlar. Ben her yaptığıma pişman olan bir insanım aslında. Ve hayatım boyunca pişmanlık duymayanlara çok imreniyorum. Mesela bu lafı niye söyledim, niye öyle baktım yüzüne, biraz sert kaçtı galiba diyorum. Böylelikle her yaptığıma pişman oluyorum… An geliyor evin içinde bir yere giderken yok oraya gitmeyeyim, şimdi şunu yapayım diyorum. Kendi kendimle durmadan münakaşa ediyor, tartışıyorum. Hele şimdi Şükran da yok artık. (İç çekiyor.)
Aslında bu soruların cevaplarıyla bizlere bir nevi ülkemizde ki işçiye verilen değeri de aktardınız… Birazda öğrencilerinize dokunalım istiyorum. 1956’da Ankara Devlet Konservatuarı’na atanıyorsunuz, ilerleyen yıllarda da İstanbul Belediye Konservatuarı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde bölüm başkanlığı ve hocalık yapıyorsunuz. Koç Üniversitesinde de tiyatro dersleri veriyorsunuz. Neredeyse öğrenciniz olup, sıralarınızdan geçmeyen tiyatrocu yok. Boşuna hocaların hocası demiyorlar. Bu kadar uzun süre, bu kadar etkin bir görevde dilediğiniz gibi bir eğitim verebildiniz mi?
“TİYATRO EĞİTİMİNDE EN ÖNEMLİ ŞEY; KİŞİLİĞİ ZEDELEMEMEKTİR”
53 sene tabii, az zaman değil… Çok pırıltılı öğrencilerim oldu. Çok başarılı oldular, ödüller aldılar ama konservatuar donanımı hiçbir üniversitede yok.
Nasıl yani?
Yani tam teşekkürlü bir konservatuar… Dans, jimnastik salonlarıyla, zaman zaman dışarıdan getireceğimiz hocalarla… Özetle bir değişik esinti, çocuklara seçebilecekleri bir alternatif. Çünkü tiyatro eğitiminde en önemli şey; kişiliği zedelememektir. Her birinin, öğrencinin ayrı bir kişiliği vardır. Yani her biri ayrı, bir şeyi kendi sazıyla çalacak. O sazı geliştirmek önemli, akordunu iyi yapmak önemli. Ve onu, onun sazına göre yapmak önemli. Onun için bir öğrenciyle çalışmaya başladığınız zaman, tıpkı piyano, flüt, obua öğrencisi gibi, o öğrenciyle bir saz çalışır gibi çalışmak gerekiyor. O konuda bizlerin elbette ki çok eksikleri oldu. Dersler eksikti, okulun donanımı eksikti…
“ANLATMAK;
BİR ŞEYİ YAŞAMAKLA MÜMKÜN OLUYOR ANCAK”
‘’Her rolde kendimi oynarım, çünkü saz bu saz. Kendini tanımadan başkasını çözüp oynayamazsın’’diyorsunuz. İçinizde gerçekten binlercesi barınıyor. Geçmişte sizin için sahnede hep kendini oynuyor diyenlere de yanıt olarak ne söylemek istersiniz? Ayrıca ‘’Ben Anadolu’’ ve ‘’Hep Aşk Vardı’’ da gerçekten Yıldız Kenter olarak sahnedeydiniz…
Bu soruya bambaşka bir şekilde cevap vermek istiyorum… Düşün mesela başına bir şey geldiği zaman; komik, trajedi anlatırsın bunu değil mi? Veyahut bir yere geç kaldığın zaman ‘’Ah! Bu trafik, lanet olsun bu İstanbul’da yaşanmaz!’’ falan dersin... O yaşadığınızı anlatırken burada da yaşıyorsunuz. Yani anlatmak, bir şeyi yaşamakla mümkün oluyor ancak… Ben kızımın nasıl ameliyat olduğunu anlatırken, onu ameliyat olduğu zaman ki gibi yaşıyor ve hissediyorum. Bunu hissetmemek mümkün değil. Ben annemin ölümünü düşündüğüm zaman bazen ağlıyorum, bazen ise kahkahalarla gülüyorum bazı şeylere. Sanat bazı şeyleri olabilir kılıyor. Öyle bir şey getiriyor ki sanat, neden olmasın diyorsun. Umarım ne demek istediğim anlaşılmıştır.
“TİYATRO; İKİ SAAT BOYUNCA İÇİNE GİRİP
ASLA ÇIKMAMANIZ GEREKEN BİR DÜNYA”
Örneklerle bir nevi sahne ile yaşamı eşitlediniz. Bizler mesela günlük hayatımızda bir şeyleri anlatırken rolümüze konsantre olmadan gelişi güzel anlatıyoruz. Fakat sahne arkasında bu mümkün olmuyor… Ne dersiniz?
Elbette olmaz. Neden diye sorarsan… Çünkü tiyatro iki saat boyunca içine girip asla çıkmamamız gereken bir dünya… O dünyayı her şeyiyle üstlenecek, yaşayacaksınız ve o dünyanın insanı olacaksınız. Ama maalesef o göründüğü kadar kolay bir şey değil, taklitle olmuyor; yaşamakla oluyor…
Sonlara doğru gelirken yaşamınız boyunca sahnelediğiniz bazı başyapıtlar boş koltuklara oynanırken kimi zamanda oynamasa daha iyi olurdu denilen ve gişe yapan seçimleriniz olmuş. E aynı zamanda da yüzlerce Türk ve yabancı yazarın oyunlarını sahnelediniz, oynadınız. Repertuar oluştururken ne denli özgürsünüz?
Biliyor musun? Repertuar yapmak bizim için her zaman çok zordu. Bir defa ekonomik güçlülüğü vardı. Ekonomi deyince her şey giriyor içine. Dekor, kostüm, kadro, reklam ve dahası… En çok reklam tabii… E reklam olmayınca da hal ortada…
Ödüllerinize çarptı gözüm… Hak ettiğiniz daha o kadar ödül var ki.. Yani sırtınızdaki kırbaçların sayısı bir hayli fazla. Hangisinin yükü, anlamı büyük?
İyi ki açtın bu konuyu… Bir karar almışlar galiba. O’na ödül vermeyelim artık diye. Ödül almak zaafın takdiri gibi. Takdir edilmek insanın elbette hoşuna gidiyor. Bunun aksi mümkün mü? Ne kadar yakışmış bu elbise, saçların ne güzel olmuş… Bir şey giydiğimiz zaman yürüyüşümüz değişir bilirsiniz... Bu her insanda olan bir şey. Fark edilmek, beğenilmek, takdir edilmek… Ama son zamanlarda verilen ödüller acaba hak edilene mi veriliyor, iyice düşünmek lazım… Soruna gelecek olursa da her bir ödülümün ağırlığı, sorumluluğu vardır; ayrılmaksızın…
Son olarak; yıllar geçiyor, nüfus artıyor, teknoloji ilerliyor, siyasi iktidarlar değişiyor ve yepyeni sanatçılar çıkıyor. Fakat sizin tiyatro oyunlarınız, yüzünüz, sözleriniz hala bizleri etkilemekte. Dönüp dönüp sizi izlemek istiyoruz. Yıllardır Türkiye ile konuşuyorsunuz. Bizlere cesareti, merhameti ve dahasını aşılayan her tiyatro eserinde siz vardınız. Şimdi o tertemiz ve şefkatli sesinizle bize neler tavsiye edersiniz Yıldız Hanım? Bugünün gençlerine bir abla, bir anne gibi ikazlarınız, mesajınız var mı?
Canım benim… Ne güzel bir soru bu, çok duygulandım… Gençlerimiz hayallerinden peşinden koşsunlar, yorulmadan, yılmadan… Hedeflerine ulaşmak için ellerinden gelenin en iyisini yapsınlar; bıkmadan… Hepsi biraz tiyatrocu olsun, sanata önem versin… Tiyatro salonlarını boş bırakmasınlar, sahnelerimizden alkışlarını mahrum etmesinler… Onlara sonsuz güveniyorum… Güzel günlerimiz onların elinde… Gençler sizi çok seviyorum!
Yıldız Hoca’mızın manevi kızı Biricik Esma Uzun, Pınar Erol ve Pınar Ender Çekirge’ye sonsuz teşekkürlerimle…

