Meşhur tahta köprüye doğru yürüyorum akşamüzeri. Şimdi balıkhanenin önündeyim. Eskiden kalma ama halen kullanılan eşyalar beni önceden beri hep heyecanlandırır. Zeybek dansını öğrenmemin sebebi de, düğünlerde boy gösterip eğlenmekten ziyade atalarımızın, dedelerimizin kostaklanma, batı tabiriyle 'cool' olma şeklini yakından deneyimlemek istememdendi. Bir de şu şehrimizdeki eski Rum binalarından birini restore edip sanat atölyesi yapabilsem...
Balık kokularına balıkçıların bağrışmaları karışmış, akşam üzeri mesaisinden çıkmış insanlar, tezgahların etrafına toplanmış balıklarını hazırlatıyorlar. Yanaşıp ben de alıyorum balığımı. Her zaman alış veriş yaptığım esnaf, bu kez neden ondan alış veriş yapmadım diye beni süzüyor. Beni mahcupça selamlamasına bakılırsa daha önce sattığı bayat balıklar yüzünden olduğunu anlamış olmalı. Hava hafiften yağmur atıştırırken, şemsiyemi açıp, elimde balık poşeti, tahta köprünün merdivenini çıkıyorum. Mendil satan çocuklar bana Erdoğan Çokduru'nun “avanak" şiirini hatırlatıyor. Kendine acındırarak satış yapan çocuklar olmazdı önceden Çanakkale’de. Tahta köprünün tıkırtıları eşliğinde yürüyorum. Hemen sağdaki telli kavak filizlenmeye meyletmiş. Hem de kış ortasında. Köprü altında acı yeşil zakkumlar var. Romanların dallı güllü, süslü püslü at arabaları da orada. Sarıçay'ın üstünden geçerken, gözüm, su üstünde kopan kızılca kıyamete takılıyor. Martılar arasındaki atılan ekmekleri kapma yarışı, dışarıdan bakana cıvıl cıvıl su kuşları. Yakından bakana ise boğaz savaşı. Malum, şu soğuk kış günlerinde kursaklarına ne indirseler kâr. Bir de karabataklar, durmadan dalıp çıkmaktalar suya. Bizim martılar da çoktan alışmışlar ekmek yemeğe. Soluma bakıp, Cuma pazarının üstlerine doğru, tepelere yağmış karı seyrediyorum. Karlı tepelere çarpıp, ta! bize kadar gelen ayazdan gözlerim yaşarıyor, burnum akıyor. Güzelim karın bir kez daha soğuğunu biz çekiyoruz. Sarıçay'ın toprak bulanığı akan renginde, atık akaryakıtlar parlıyor. Zavallı kuşlar şimdilik hiç bir şeyin farkında değiller. O pis suda beslenecek balıklar da henüz tezgahlarda değil. Köprünün karşı ucunda Kayserili Ahmet Paşa camiinin taştan minaresi servi ağaçlarının arasından kendini gösteriyor. Her gün aynı yerden de geçsem, her defasında aynı yere farklı gözlerle bakmayı seviyorum. “Keşfetmek, yeni yerler görmek değil, aynı yerlere başka gözlerle bakmaktır” diyen bir gezi dergisi sloganı vardı. Aynı onun gibi...Hep aynı yere baksam da bir sürü olmayan şey görüyorum. Tıpkı şizofren gibi.
Şizofreninin sebebinin, tahammülün bittiği yerde, metabolizmanın yeni gerçeklikler yaratma ihtiyacından kaynaklı olduğunu duymuştum. Hep aynı zorluklarla başa çıkmakta zorlanan ruhsal beden, kendisini koruma yolları arıyor yani. Sanat da buna benzemiyor mu? Sıkıldığınız, bunaldığınız hallerden, yeknesaklıklardan, kaçmak için bir nevi sığınak değil midir sanat? Yepyeni bir gerçeklik oluşturma çabası... Üstelik gizliden de değil, aleni bir halde. Ya, sanat da bir nevi şizofreni veyahut şizofreniden kaçış yolu.
Ben muhtemelen yarın gene bu köprüden geçerim. Ve mutlaka gene başka şeyler görür ve seyrederim. Teknelerin yağmur bulanığı suya düşmüş, koyu bulanık yansımalarının üstünde uçuşan su kuşlarını izlerim. Gene, “oh be! Ne güzel şehrimiz var, ne güzel bir yerde yaşıyoruz” deyip şükrederim. Hoşça kalın.
YAZARLAR
Yayınlanma: 30 Ocak 2021 - 09:16
Şizofreni köprüsü
Meşhur tahta köprüye doğru yürüyorum akşamüzeri
YAZARLAR
30 Ocak 2021 - 09:16
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir