Çocuk yaştaydık. O zamanlar köylülerin de dediği gibi yeni yetme bıyığı terleyen, macera arayan çocuklardık. Köyde yapılacak çok şey olduğundan kötü alışkanlıklar aklımıza bile gelmezdi. Sonradan şehirde karşılaştığım şeylerden anladım masum, kendi halinde veletler olduğumuzu. Bir gece, kuş avlayıp bir kaç kafadar, pişirip yemeyi, macera yaşamayı umuyorduk. Eski okul dediğimiz, yıkıntıları arasından incir ağaçları fışkırmış, harabe bir taş mektep vardı. Köyün birazcık dışında olduğu için de kimse bizi rahatsız etmez diye umuyorduk. Ateş yaktık. Tam sapanla vurduğumuz bir kuşu pişirmeye uğraşıyorduk ki; yaşlı, bir ayağı aksak, dul ve kimsesiz bir adam olan köy korucusu geldi. Bize şimdi ne dediğini pek anımsayamadığım bazı şeyler söyledi. Aslında hatırlasam bile yamuk, hırıltılı burnundan çıkardığı sesine kulak verdiğim pek söylenemez. Bir de tüm bunlara kamburluğunu eklersek Victor Hugo'nun Quasimodo’suna benziyordu. Bizi kıskıvrak, bir suç işlerken yakaladığını düşündüğünü şimdi anlıyorum. Bir gün sonra heyet odasına, muhtarlığa çağrıldık. Adına ‘heyete çekmek' deniyordu ki iltifat edilmeye dahi çağrılsanız ürkerdiniz. Üç dört yeni yetme; bir muhtardan, bir azadan ve köy korucusundan oluşan heyet karşısındaydık. Ne sorulsa inkara hazır şekilde, heyecan ve korkudan bacaklarımız titriyor, avuçlarımız terliyordu. “İçki içtiniz mi?” diye sordular önce. Hayır dedik. Aslında içki olarak bir şeyler vardı. Velilerimiz namına sorulduğunu düşündük önce. Yoksa içtiğimiz şeyden onlara neydi ki? Okulun odunlarından yaktınız mı? İkinci soruydu. Bu soru daha mantıklıydı. Okulun mülküne zarar vermek demekti en nihayetinde. Ama tüm köy çevresinin odun bulabileceğimiz yerlerle dolu olduğunu düşününce komikti. Ve ayrıca telafisi çok kolaydı. İsterlerse onlara kucaklar dolusu odun taşıyabilirdik. Ayrıca bir saat içinde kaç parça odun yakmış olabilirdik ki? Boş ve işsiz kalmış bir iki kişinin, maaşlarını hak etmek için kendilerine görev icat ettiklerini o çocuk çağımda da anlayabiliyordum . “Kumru avladınız mı doğru söyleyin” derken parmağını sallayan muhtarı bu gün gibi hatırlıyorum. Avlamadık diye yalan söyledim. İçimden de kumrulardan sana ne diyordum. Köylülere göre, avlanması meşru sayılan bir kuş değildi. Günahtı muhtemelen. Albert Camus’ nun‘yabancı’sındaki, gerçek suçundan değil de annesi öldüğü halde üzüntü belirtisi göstermeyen kahramanın, bu yüzden itham edilişi gibi. Engizisyon mahkemesindeymişiz gibi kendilerine özgü mahalli ama evrensel sandıkları değerlerle bizi yargılayan yetişkinlerin, bize zorbalık ettiğini çok sonra anladım. Kumru avladık diye köylü gözünde itibarsızlaştırılmak da cabası. En çok gücüme giden de çocuklarının silik ve sessiz olduğunu bildikleri için bizim bu küçük masum suçumuzu yüceltip, bizi yaftalamaya çalışan bazı çocuk babalarının gayretiydi. Umberto Eco'nun gülün adı'nı okuyunca da istediği doğrultuda yargıya varmak isteyenlerin zorbalıklarının eskiden beri pek bir sınırının olmadığını anlıyor insan. Aslında her şey özünü kaybetmeden korunuyor gibi. Şimdi hiç kimse bana merkeziyetçi muhafazakar tabanına yaranmak isteyen hükümetin, lgbt yürüyüşündekilerin yasaya aykırı davrandıkları için şiddete maruz kaldıklarını söyleyemez. Bir düşünür demiş ki, ne demiş: “Benim düşüncemden sana ne? Ama senin düşünceni özgürce söyleyebilmen için canımı bile veririm" demiş. İstediğinizi düşünmekten ve söylemekten çekinmeyin. Hoşça kalın.
YAZARLAR
Yayınlanma: 03 Temmuz 2021 - 10:00
Yabancı
Çocuk yaştaydık
YAZARLAR
03 Temmuz 2021 - 10:00
EDİTÖR
İlginizi Çekebilir