“Ya, kabul edilmek uğruna kendini bastırmış olmanın acısını yaşayacaksın. Ya da kendin olup kabul edilmemenin acısını yaşayacaksın.”
Bu özlü söz çok şeyi özetlese de benim tercihim her ne olursa olsun ikincisi olurdu. Sonuç da yalnızlığa katlanabilmek kendini gerçekleştirmiş insan vasıflarından biridir. Ayrıca uygarlık tarihi inandığı uğruna kendisini feda etmiş insanlarla doludur. İnsanlık bulunduğu yeknesaklıktan bir adım ileri gidebiliyorsa hep bu insanlar(kahramanlar) sayesinde olmuştur. İnandığım ideal uğrunda yılmadan direnirken bana ilham verenler hep böylesine adanmış hayatlar oldu.
Neden bunları yazdım? Bilmem... Belki de genellikle düştüğüm bu durum karşısında direnmek için kendimi ikna etmeye çalışıyorumdur.
Çalışmasına çalışıyorum da içinde bulunduğumuz durum ya da zamanın ruhu bu gibi eski kahramanlıklara izin vermiyor. “Gemisini kurtaran kaptan” deyimi hemen herkese şiar olmuş halde. Kimse nasıl ve ne şekil olduğunu sormuyor. Paraya ulaşmak için her şeyin meşru olduğu bir zamanda yaşıyoruz. İdeal, tutku, ahlak, onur... neredeyse hepsi meta öykü diye öteleniyor. Postmodern durum çıpamızı ortadan kaldırdığından beri bu böyle... Bu gün de günlük haddimi aşma, bilmediğim alanlarda fikirler belirtme limitimi doldurdum sanırım...
Biraz da güzelliklerden, şehirden, şiirden söz etmeli. Annemden, herkes uyurken lüzumsuz günlük işleri bir masal işçisi gibi, yapan bir adamın, tekerlemeye benzer
maceralarını dinlerdim. Ezginin günlüğünden “düşler sokağı” şarkısına benzer bir şeydi.
Ondan ilhamla bir şeyler yazdım. Hadi bakalım
“ El sallanan bütün gemilerde görülmeyen benim. Islak sahillerin hepsine bir iğde dalıyla yazılar yazan da.. kar yağsın diye akşamdan dua eden o çocuk, tüm mesajlara özledim yazan, çizgilere basmadan yürüyen, kokudan hangi meyvenin mevsimi olduğunu bilen,
denizin tam yedi rengini gören o kişi de...
Renklerle sesler karışır bazen. Sabah ezanı mor, çocuk sesi yeşil olur. Ne mi yaparım. Büyümeyi beklerim Nasıl olsa beni kendilerine benzetecek biriler mutlaka çıkar. Telli böceklerin zümrüt yeşilinde, yağmur sonrası para arayan mecnunun sopasındayım.
Yörük kadınının süslü kundağındaki çocuk, o güneşten kavrulsa sesi çıkmayan... o kilim köşkün müdavimi, o, nehirler içse kanmayacak susuz... Hani olduğu yere erken geldiği için yaşlanmayan erkenci leylek, bilirsiniz yeşilken buğday, arpa hatta çeltik, ne çok
benzerler birbirlerine. Mutlaka biri demiştir size hiç ummadık yerde unut gitsin diye. Her şeyi kerpeten gibi kalbinde tutan o çocuk da benim. Unutmamanın acısını bilen de...”