Çanakkale milletvekilliği ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Başbakan Yardımcılığı yapan Mustafa Cumhur Ersümer, eski günleri anlatan dokunaklı bir yazı paylaştı. Seyyar satıcıların günlük yaşamdaki yerini en ince noktasına kadar anlatan Ersümer’in işte o yazısı…
“Yukarı Çarşının günün saatlerine göre geçiş yapan seyyar satıcıları vardı, Şamcı Dondurmacı Nuri ile Balıkçı İbrahim tadlarını yarıştırırlardı, tepsisinden, balının içinden spatula yardımı ile çıkartıp, küçük kesilmiş yağlı kağıdında elinize tutuşturulan, üzerinde şamfıstığı ile bir dilim şamtatlının, ağzınızda bıraktığı tadı unutmanız mümkün olmazdı. arada bici bici muhallebici bizim mahallenin baş muhallebicisi, söylemleriyle kendine has manileriyle her zaman imrenilecek kadar temiz arabasında su muhallebisini, titrete, titrete çarşının diğer başına kadar bitirip giden Menahim'den de muhallebimizi yerdik. Dondurmacılarımızın, evlerinde elde döve döve yaptıkları, keçi koyun sütünden, mamül mis gibi mahlep, vanilya kokan kaymaklı dondurmanın, külahta yanına ya vişneli yada limonlu dondurma yerleşir, yaz sıcağında içimizi serinlettiği kadar tadıyla da mest ederdi. Kuşçu Kemal Ağabeyin kocaman düz bir sinide tane ile sattığı , özel olarak Salhanede araları kesilerek iç yağ yerleştirilmiş, fırında iyice pişirilmiş, ince ince kesilmiş, sıcacık dalaklar,kekik tuz ve karabibere bulanarak, tepsi başında, sayılarak atıştırılır, parası ona göre ödenir, tadına doyulmazdı. Kemal Ağabey öylesine titiz biri idi ki, elleri ile her şeyi tutmaz üstü başı tiril tiril tertemiz dolaşırdı.
Akşam üzeri tereyağlı İzmir poğaçalarını doldurduğu tertemiz boyalı, camları pırıl pırıl arabasıyla, bembeyaz önlüğüyle, Kuşçu Ahmet Ağabey cami tarafından çarşıya girer "İzmir Poğaçası" bunlar diyen sesi çarşıda yankılanırdı. Düzgün kesilmiş yağlı kağıtlar içinde teker teker maşası ile ellerimize tutuşturduğu ağızda pul pul dağılan poğaçalar akşam çayları ile keyifle atıştırılırdı. KURABİYECİ ALİ AĞABEY
‘Bes turusa bes turabiye’ diye seslenip, içinde bir tarafında un kurabiyesi, diğer tarafında içiboş'lar bulunan, kolunda taşıdığı cam camekanlı tezgahı ile arada bir çarşıya gelirdi .Ali ağabeyin yolunu gözlerdik. Un kurabiyelerini içi boşları ısırmaya korkardık, öyle bir çıtırtıyla dağılırlardı ki parçalar yere düşmesin diye ellerimizle çaba harcardık, Ali ağabey son yıllarda Bozcaada feribotunda da elinde kayık sepetiyle içi boşlarını sattı ama bir müddettir gözükmüyor. Panayırlarda, bayram yerlerinde pamuk helvacılar, macuncular eksik olmazdı, harçlıklarımız ile tatlarına bakmak çok keyifli olurdu. Sonbahar-kış günlerinde ise; Bozacı Arnavut Behlül amcaya, akşam ev için boza siparişi gündüzden çarşıda verilir, gece ‘bozaaaaaa’ diye gür sesiyle geldiğini haber veren Behlül amcadan, uzun boyunlu özel sürahisinde alınan boza, yanında leblebisi ile bolca tarçın serpilmiş bardaklardan önce kaşık, sonra parmak ile dil ile temizlenerek bitirilir ama hiç doyulmazdı. Bozacı Behlül amcanın çekirdekçi Ali amca ile birlikte olduğu tarihi fotoğraf Kemal Üzmez ağabey tarafından ekli not ile paylaşıldı. izniyle, teşekkürlerimle ,yazımın içeriğine aldım. ‘’Babam Ali Üzmez bu konuda çok becerikli idi,ailesini geçindirmek .altı çocuğunu okutmak için neler yapmadı ki,hatırladığım Kadarı ile,şam tatlısı,salep,dondurma ,koruk suyu,kuruyemiş...daha önce paylaştığım bu fotoğraf tahminen 1957-1958 yıllarına ait Bozacı Behlül ben ve bir dönem arabasıyla kuru yemiş sattığı Babam çekirdekçi Ali Üzmez... TABİİ ÇEKİRDEKÇİ DEYİNCE SEVENLER HAKKI BABAYI BOHOR AMCAYI ANMADAN GEÇEMEYİZ.
Çekirdekçi Bohor on parmağında on marifeti olan biriydi havrada da görevleri vardı ,helal kesimleri yapar hamursuz zamanı hediye hamursuzları ev ev dağıtırdı.kuruyemişleri hep taze olurdu tuzlu fıstığı en çok satılanı idi meyhaneciler ellerinde çerez tabakları tuzlu leblebilerin yanında bahordan daha ziyade fıstık alırlardı. Ya çekirdekçi Hakkı baba yazmadan geçilir mi çekirdekçi arabası etrafında toplandığımız çekici merkez gibi olurdu, bir avuçumuzda fıstığı leblebisi diğer elimizde bişeyler ayaküstü ne sohbetler ederdik, Hakkı baba da belli bir saatten sonra arabasının alt dolabında bulunan peyniri domatesi eşliğinde çilingir sofrasını kurar, aslan sütüyle yapındırmaya başlardı,ama en önemlisi el ayak çekilince ,gece saat kaç olursa olsun ,yaz kış farketmez su iskelesinden mutlaka denize girerdi ,
Yukarı çarşımızın bir de sihirbazı vardı; Sihirbaz Hüseyin amca, lakabının nerden geldiğini anlamak için onu yakından izlemek gerekirdi. nadide bir mücevher gibi elinde tuttuğu temizlenmiş, yağlanmış pırıl pırıl ikinci el bir bisikleti yüksek sesle anlatırken " var mı böye bir bisiklet isteyen, beş saatte İzmir" diyerek hem hicv eder, hem de reklamını yapardı. Bazen de elinde ikinci el elbiseler olur "tornistansız, yes yeni krallara layık" diyerek satışa sunar, gömlekler hep ipek, elbiseler paltolar hep kaşmir olurdu. Her zaman şık ve temizdi, hep ütülü elbiseler giyer çoğu zaman kravat takar, yazın mutlaka beyaz elbiseler içinde olurdu, altına giydiği iki renkli mokasen ayakkabılarını hayranlıkla izlerdik, kışın giydiği paltolar da çok şıktı. Hep kibar konuşur kolay kolay kimse ile münakaşa etmezdi. Oğulları kızları ile çok ilgili idi, onların okulları, başarıları için hep ilgi ve çaba içinde olurdu, dedemle yaptıkları sohbetlerde konu dedemin torunları yani ; biz ve Hüseyin amcanın da çocukları olurdu.
Birde seyyar sakatatçımız vardı ama anlatması çok zor ,hayal edilmesi mümkün değil, ancak görmüş olanlar hatırlar, iki metreye yakın boyda 130-140 kilo ağırlıkta, dev gibi ,Gıdanı, lakaplı bir hemşerimizdi. Haki renkli, parlak düğmeli kalın mı kalın bir subay kaputu giyerdi, Salhaneden aldığı ciğer takımları paltosunun iç kısmında bulunur, ihtiyaca, talebe göre ,kaputunun önünü açarak kasaplara göre oldukça ucuza satardı.
Birde seyyar balıkçılarımız vardı, şimdiki Vakıf İşhanı ile Yalova Restaurantın karşısındaki otopark arasında bulunan, deniz kenarı ,iskelesi olan Belediye Balıkhanesinden kantodan aldıkları mevsim balıklarını el arabalarına koyup, Yalı caddesinden başlayıp yukarı çarşıya sata sata gelirlerdi. Bazen cam gibi palamutlar, bazen çakı gibi sardalyalar dökme olurdu, bazen de bakmaya kıyamayacağınız nar gibi barbunyalar, boy boy levrekler, kefaller, şayet karaüzüm zamanı ise hirisoflar ve yaz boyu Ekime kadar porsiyonluk karagözler, lskatarozlar litrinler çinko tavalarda müşteri beklerdi.
Balıkçılarımızdan biri Beyoğlu Ahmet ağabeydi, eski bahriyeli idi aşırı kilolu ama çok çevik, ayağına üşenmez biriydi, yakasız bol gömlekler giyer pantolonları da bol ve önden cepli olurdu, el terazisi ile satış yapar, mahirce katlayıp üçgen şekle getirdiği eski gazete kağıtlarından yaptığı kese kağıdına balıkları koyar ,katlar elimize tutuştururdu. Diğer balıkçımız Salih ağabey idi "balık değil seyir bunlar" diye girerdi çarşıya, biraz sert biriydi ama o da işinin ehliydi. Ben hatırlayabildiklerimi yazdım ,ama mutlak unuttuklarım da vardır ,ama unutulmayan şey damaklarımızda kalan tatlar ,bu tatları bırakan işinin ehli rahmetli ustalar…”
Akşam üzeri tereyağlı İzmir poğaçalarını doldurduğu tertemiz boyalı, camları pırıl pırıl arabasıyla, bembeyaz önlüğüyle, Kuşçu Ahmet Ağabey cami tarafından çarşıya girer "İzmir Poğaçası" bunlar diyen sesi çarşıda yankılanırdı. Düzgün kesilmiş yağlı kağıtlar içinde teker teker maşası ile ellerimize tutuşturduğu ağızda pul pul dağılan poğaçalar akşam çayları ile keyifle atıştırılırdı. KURABİYECİ ALİ AĞABEY
‘Bes turusa bes turabiye’ diye seslenip, içinde bir tarafında un kurabiyesi, diğer tarafında içiboş'lar bulunan, kolunda taşıdığı cam camekanlı tezgahı ile arada bir çarşıya gelirdi .Ali ağabeyin yolunu gözlerdik. Un kurabiyelerini içi boşları ısırmaya korkardık, öyle bir çıtırtıyla dağılırlardı ki parçalar yere düşmesin diye ellerimizle çaba harcardık, Ali ağabey son yıllarda Bozcaada feribotunda da elinde kayık sepetiyle içi boşlarını sattı ama bir müddettir gözükmüyor. Panayırlarda, bayram yerlerinde pamuk helvacılar, macuncular eksik olmazdı, harçlıklarımız ile tatlarına bakmak çok keyifli olurdu. Sonbahar-kış günlerinde ise; Bozacı Arnavut Behlül amcaya, akşam ev için boza siparişi gündüzden çarşıda verilir, gece ‘bozaaaaaa’ diye gür sesiyle geldiğini haber veren Behlül amcadan, uzun boyunlu özel sürahisinde alınan boza, yanında leblebisi ile bolca tarçın serpilmiş bardaklardan önce kaşık, sonra parmak ile dil ile temizlenerek bitirilir ama hiç doyulmazdı. Bozacı Behlül amcanın çekirdekçi Ali amca ile birlikte olduğu tarihi fotoğraf Kemal Üzmez ağabey tarafından ekli not ile paylaşıldı. izniyle, teşekkürlerimle ,yazımın içeriğine aldım. ‘’Babam Ali Üzmez bu konuda çok becerikli idi,ailesini geçindirmek .altı çocuğunu okutmak için neler yapmadı ki,hatırladığım Kadarı ile,şam tatlısı,salep,dondurma ,koruk suyu,kuruyemiş...daha önce paylaştığım bu fotoğraf tahminen 1957-1958 yıllarına ait Bozacı Behlül ben ve bir dönem arabasıyla kuru yemiş sattığı Babam çekirdekçi Ali Üzmez... TABİİ ÇEKİRDEKÇİ DEYİNCE SEVENLER HAKKI BABAYI BOHOR AMCAYI ANMADAN GEÇEMEYİZ.
Çekirdekçi Bohor on parmağında on marifeti olan biriydi havrada da görevleri vardı ,helal kesimleri yapar hamursuz zamanı hediye hamursuzları ev ev dağıtırdı.kuruyemişleri hep taze olurdu tuzlu fıstığı en çok satılanı idi meyhaneciler ellerinde çerez tabakları tuzlu leblebilerin yanında bahordan daha ziyade fıstık alırlardı. Ya çekirdekçi Hakkı baba yazmadan geçilir mi çekirdekçi arabası etrafında toplandığımız çekici merkez gibi olurdu, bir avuçumuzda fıstığı leblebisi diğer elimizde bişeyler ayaküstü ne sohbetler ederdik, Hakkı baba da belli bir saatten sonra arabasının alt dolabında bulunan peyniri domatesi eşliğinde çilingir sofrasını kurar, aslan sütüyle yapındırmaya başlardı,ama en önemlisi el ayak çekilince ,gece saat kaç olursa olsun ,yaz kış farketmez su iskelesinden mutlaka denize girerdi ,
Yukarı çarşımızın bir de sihirbazı vardı; Sihirbaz Hüseyin amca, lakabının nerden geldiğini anlamak için onu yakından izlemek gerekirdi. nadide bir mücevher gibi elinde tuttuğu temizlenmiş, yağlanmış pırıl pırıl ikinci el bir bisikleti yüksek sesle anlatırken " var mı böye bir bisiklet isteyen, beş saatte İzmir" diyerek hem hicv eder, hem de reklamını yapardı. Bazen de elinde ikinci el elbiseler olur "tornistansız, yes yeni krallara layık" diyerek satışa sunar, gömlekler hep ipek, elbiseler paltolar hep kaşmir olurdu. Her zaman şık ve temizdi, hep ütülü elbiseler giyer çoğu zaman kravat takar, yazın mutlaka beyaz elbiseler içinde olurdu, altına giydiği iki renkli mokasen ayakkabılarını hayranlıkla izlerdik, kışın giydiği paltolar da çok şıktı. Hep kibar konuşur kolay kolay kimse ile münakaşa etmezdi. Oğulları kızları ile çok ilgili idi, onların okulları, başarıları için hep ilgi ve çaba içinde olurdu, dedemle yaptıkları sohbetlerde konu dedemin torunları yani ; biz ve Hüseyin amcanın da çocukları olurdu.
Birde seyyar sakatatçımız vardı ama anlatması çok zor ,hayal edilmesi mümkün değil, ancak görmüş olanlar hatırlar, iki metreye yakın boyda 130-140 kilo ağırlıkta, dev gibi ,Gıdanı, lakaplı bir hemşerimizdi. Haki renkli, parlak düğmeli kalın mı kalın bir subay kaputu giyerdi, Salhaneden aldığı ciğer takımları paltosunun iç kısmında bulunur, ihtiyaca, talebe göre ,kaputunun önünü açarak kasaplara göre oldukça ucuza satardı.
Birde seyyar balıkçılarımız vardı, şimdiki Vakıf İşhanı ile Yalova Restaurantın karşısındaki otopark arasında bulunan, deniz kenarı ,iskelesi olan Belediye Balıkhanesinden kantodan aldıkları mevsim balıklarını el arabalarına koyup, Yalı caddesinden başlayıp yukarı çarşıya sata sata gelirlerdi. Bazen cam gibi palamutlar, bazen çakı gibi sardalyalar dökme olurdu, bazen de bakmaya kıyamayacağınız nar gibi barbunyalar, boy boy levrekler, kefaller, şayet karaüzüm zamanı ise hirisoflar ve yaz boyu Ekime kadar porsiyonluk karagözler, lskatarozlar litrinler çinko tavalarda müşteri beklerdi.
Balıkçılarımızdan biri Beyoğlu Ahmet ağabeydi, eski bahriyeli idi aşırı kilolu ama çok çevik, ayağına üşenmez biriydi, yakasız bol gömlekler giyer pantolonları da bol ve önden cepli olurdu, el terazisi ile satış yapar, mahirce katlayıp üçgen şekle getirdiği eski gazete kağıtlarından yaptığı kese kağıdına balıkları koyar ,katlar elimize tutuştururdu. Diğer balıkçımız Salih ağabey idi "balık değil seyir bunlar" diye girerdi çarşıya, biraz sert biriydi ama o da işinin ehliydi. Ben hatırlayabildiklerimi yazdım ,ama mutlak unuttuklarım da vardır ,ama unutulmayan şey damaklarımızda kalan tatlar ,bu tatları bırakan işinin ehli rahmetli ustalar…”